Ahmet Davutoğlu’yla birlikte AK Parti’den ihraç edilmek üzere olan, partinin kurucularından Ayhan Sefer Üstün’e göre “AK Parti”, Davutoğlu’nun yönetimden uzaklaştırılmasıyla beraber hızla “AK Parti’li” hatta MHP’lileşti.
Erdoğan’ın aile, MHP, Pelikanvari paralel yapılar ve “5’li ekonomik çete” tarafından kuşatıldığını ileri süren Ayhan Sefer Üstün, ihraç edilmek üzere olduğu partisini felçli kocaman bir gövde olarak tarif ediyor ve yeni bir siyasi oluşum sürecinin partiden ihraç edilmeleriyle hızlandığını söylüyor.
31 Mart yerel seçimleri ve 23 Haziran’da İstanbul’da tekrarlanan seçim sonucunda keskin bir düşüş içinde olduğu görülen AK Parti’de iç çatışma ve çatlak hızla büyüyor. Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan önderliğinde iki ayrı kopuş yaşanıyor ve bunun yakın zamanda AKP içinde nasıl bir sarsıntı yaratacağı gün geçtikçe netleşiyor.
Erdoğan bir yandan 31 Mart’taki düşüşünü devlet gücüyle telafi etmeye çalışırken bir yandan da yeni müttefikler arıyor ve parti içindeki tasfiye sürecini hızlandırıyor. 2 Eylül’de eski genel başkan ve başbakan Ahmet Davutoğlu dâhil partinin dört önemli ismi, kesin ihraç kararıyla disipline sevk edildi.
Davutoğlu, Ayhan Sefer Üstün, Abdullah Başçı ve Selçuk Özdağ’ın adreslerine ihraç kararının bugün-yarın ulaşması bekleniyor.
Davutoğlu’nun yakın zamanda tuttuğu ve yeni parti veya “oluşum” hazırlıkları yaptığı çalışma ofisinde AKP’nin İnsan Haklarından Sorumlu eski genel başkan yardımcısı ve 24. Dönem TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu başkanı Ayhan Sefer Üstün Duvar'dan İrfak Aktan'a konuştu.
İhracınıza ilişkin elinize tebligat ulaştı mı?
Bugün (7 Eylül) itibariyle hayır.
Hakkınızdaki ihraç kararı neye dayanıyor?
Kendi hareketlerimle AK Parti’nin tüzüğünü karşılaştırdığımda, ihracımı gerektiren bir söz ve eylem bulamadım. Ama milletvekili olduğumuz dönemde ve özellikle son bir yılda AK Parti içerisinde birtakım itirazlar yapmıştık. Bu itirazlarımız da şu anki parti yönetimini rahatsız etti.
Neydi o itirazlarınız?
Toplumun da bildiği ve dile getirdiği itirazlardı. Örneğin Cumhurbaşkanlığı sisteminin oturmadığını, başkanlık sisteminin bu haliyle ülkeyi sıkıntıya sokacağını ifade ettik. Meclisin etkisizleştiği, bakanlarla Meclis arasındaki bağlantının koptuğu, partili cumhurbaşkanlığının halk tarafından benimsenmediği, cumhurbaşkanı yardımcılarının seçimle gelmesi gerektiği yönünde temel birtakım itirazlardı bizimki. AK Parti başlarda düşünce ve fikir hürriyetine, farklılıklara son derece hoşgörüyle bakan bir partiydi. Bunları hatırlatmamız da muhtemelen rahatsızlık yarattı. AK Parti’nin kurulduğu günde Sayın Erdoğan’ın salonda sarf ettiği söz hâlâ kulaklarımda: “Bugün, siyasi hayatımızda lider oligarşisinin yok olduğu bir gün olarak tarihe geçecektir.” Ama bugün AK Parti içinde lider oligarşisinin tavan yaptığı bir siyasi havayla karşı karşıyayız.
Peki bu eleştirilerinize rağmen ihraç yoluna gidilmeseydi, AKP’de kalmaya devam etmeyecek miydiniz?
Biz yılbaşından itibaren yoğunlaştırdığımız bir itiraz süreci yaşatıyorduk.
“Biz” dediğiniz, Ahmet Davutoğlu’yla beraber, değil mi?
Beraber tabii ki. 22 Nisan’da itirazlarımızı 15 sayfada sistematik hale getirdiğimiz bir manifesto yayınladık. Keza İstanbul seçimlerinin iptaline ilişkin girişimlere de itiraz ettik. Bunun hem hukuka hem de siyasete müdahale olacağını ve ters tepeceğini söyledik. Ardından da Ankara, Diyarbakır, Elazığ, Sakarya gibi illerde birtakım toplantılar yaptık. Buralarda da çok net ifadelerde bulunduk. Tabii AK Parti’nin mevcut yönetiminin “yahu genel başkanlığımızı, başbakanlığımızı, genel başkan yardımcılığımızı yapmış arkadaşlarımız acaba ne diyor” diye sormasını bekliyorduk. Çünkü biz bunları AK Parti’nin ve ülkenin iyiliği için söylüyorduk. İyilik için söylenmiş sözünün bir karşılığının olması lazımdır. Beklentimiz de o yöndeydi doğrusu. Ama bu zamana kadar görmezden gelindik, yok sayıldık. Bizi yok saymanın politik olarak belirlendiğini de hissediyorduk.
İhraç süreci başlatılmasa, bu itiraz ve eleştirilerinizi parti içinde kalarak mı devam ettirecektiniz?
Elbette bu itiraz süreci ilanihaye devam etmeyecekti. Bir noktada bunun bir sonu olacaktı. AK Parti’deki hukuksuzluklar, ötekileştirmeler tavan yaptıkça ayrışma da kendini gösterecekti. Çünkü biz artık son uygulamalardan kendimizi sorumlu tutmak istemiyorduk. Vicdanen rahatsızlık duyuyorduk.
Ne gibi konulardan rahatsızdınız?
Partinin ismi Adalet ve Kalkınma Partisi ama müthiş bir adaletsizlik var. Bu hem toplumsal hem de yargısal adaletsizlik olarak ortaya çıkıyor. Mesele, yakasına AK Parti rozeti takmış adamın toplum içinde caka satmasından başlıyor.
‘AKP’YE SONRADAN KATILANLAR DAHA FAZLA REİSÇİLİK VE DEVLETÇİLİK YAPTI’
Bu söylediklerinizi 2010 yılındaki referandumda “yetmez ama evet” deyip sonra pişman olan ve AKP’den uzaklaşanlar da söylüyordu. Fakat aradan 8 yıl geçtiği halde bu kesimlere yönelik tepki hâlâ dinmiş değil. Dolayısıyla insanlar size de şunu soracak: AKP’nin yarattığı adaletsizlik yeni mi başladı da sizin itirazlarınız şimdi başladı? Bugüne kadar neredeydiniz?
Tabii biz bugüne kadar AK Parti içindeydik ve bütün partilerde olduğu gibi AK Parti de homojen değildi. AK Parti içinde de aşırı milliyetçilikten liberalizme kadar, farklı renkler vardı. Şu anda Bahçeli de aynı koalisyonun içinde Perinçek de. İlk başlarda AK Parti’nin farklı renkleri aynı potada eritmesi de bir başarıydı aslında. Sonraki aşamalarda içeride de birtakım ayrışmalar oldu. Özellikle AK Parti’ye sonradan katılanlar, partiyi kuranlarla rekabeti, ancak daha fazla reisçilik ve devletçilik yaparak lehlerine çevireceklerini düşündüklerinden, AK Parti’nin vicdanını örseleyen söylem ve davranışlar içine girmeye başladı. Bakın ben İnsan Hakları Komisyonu Başkanı’yken, nerede bir ihlal gördüysem oraya koştum. 4 yılda 55 tane cezaevi denetlemişim! İzmir’de bir kadına tokat atıldı, ertesi gün ben oradaydım. Roboski’de bir olay olmuş, biz ertesi hafta oradaydık.
34 köylünün öldürüldüğü bir katliamdan söz ediyorsunuz. Bir hafta sonra orada olmak çok geç değil mi?
Meclis prosedürünün karar alma süreci filan var sonuçta… Bugün için aynı mukayeseyi yapın. Bugün siz Meclis’te bir İnsan Hakları Komisyonu’nun varlığını görüyor musunuz? Böyle bir komisyon yok! Davutoğlu da bu aksaklıkları, bozulmayı görmüştü.
Ne zamandan itibaren?
Özellikle 7 Haziran 2015’ten itibaren bunları gördü ve “restorasyon dönemine geçeceğiz” dedi. Birileri “ne demek restorasyon” diyerek bu ifadeden müthiş rahatsız oldu. “Önceden hata mı yapıldı da siz restorasyon kelimesini kullanıyorsunuz” dediler. Daha sonra o restorasyon kelimesini çok kullanmadan ama gereğini yapmak üzere adımlar attık.
Ne gibi adımlar?
Birincisi; şeffaflık yasası… Aslında bunun Türkçesi “hırsızlığı önleme” yasasıdır.” Kokuşmuşluk o kadar ilerlemiş ki, bunu ancak bir yasayla önleyebilirdiniz. İkincisi; siyasi etik yasası. Milletvekillerinin, bakanların, belediye başkanlarının mal varlıklarının hesap verilebilir hale getirilmesi ve hayatlarının seçmenlerce bilinir hale gelmesini öngören bir tasarıydı bu. Ben o zaman genel başkan yardımcısıydım ve bu yasa tasarısı benim ve Naci Bostancı’nın imzasıyla Meclis’e sevk edildi. Peki parti içinde bize ne dendi? “Bu yasayı çıkarırsanız, ilçe yöneticisi bile bulamazsınız.” Üçüncüsü; kişisel verilerin korunması kanun tasarısını Meclis’e sevk ettik. Dördüncüsü; çok konuşulan şehir rantlarının kamu yararına aktarılması için imar kanunu hazırladık. Bütün bunlarla birlikte, vatandaşların AB ülkelerine vizesiz seyahat anlaşmasını paraf ettik. En çok da bundan korktular!
Neden?
Bugün görüyoruz ki, yöneticilerin o günkü tahayyülü Türkiye’yi batıdan uzaklaştırmak ve Azerbaycan, Özbekistan seviyesinde demokrasiye, kapalı bir topluma indirgemekti. Ancak bu haliyle ülkeyi yönetebileceklerini düşünüyorlardı. Onun için apar topar Ahmet Davutoğlu’na bir operasyon çekildi. Biz de Ahmet Bey’in yanındaydık…
Siz 7 Haziran seçimlerinde milletvekili olmadınız ama…
Evet, ben üç dönem dolayısıyla bırakmıştım ve Sakarya’daki evimin balkonunda otururken, 7 Haziran sonrasında hem Sayın Erdoğan’ın hem de Sayın Davutoğlu’nun çağrısıyla, 12 Eylül 2015’teki kongreyle tekrar döndüm. Fakat döndüğümde şok oldum! Bambaşka bir yapıyla karşılaştım. Parti, bizim kurduğumuz dönemdeki ilkelerden uzaklaşmıştı. Bireysel rantlar peşinde koşan, başkalarının kuyusunu kazan, partiye sonradan gelenlerin yükselmek için önceki idealistlerin sırtına basarak bakan, genel başkan yardımcısı olmaya çalıştığı tiplerle karşılaştım. O zaman AK Parti’nin farklı bir yapıya evrildiğini ve ülkeyi de farklı bir yapıya evriltmek istediğini hissettik. İşte bunun üzerine az önce söylediğim demokratik hamleleri yapmaya kalkıştık. Yoksa onların istedikleri gibi davranmış olsaydık, muhtemelen Ahmet Bey de operasyon yemez ve başbakanlığı kapatan, seçilmiş son başbakan olarak tarihe geçerdi.
Peki Davutoğlu neden o “operasyona” karşı direnmedi?
7 Haziran’da siyaseten bir kriz ortaya çıkmış, ekonomik kriz baş göstermiş ve vatandaş tüm bunların tamirini istiyordu. Eğer o dönem başbakanlık kavgasına girişmiş olsaydı Ahmet Bey, vatandaş bugün yaşananların sorumluluğunu kendisine yükleyecekti. Ama bugün vatandaş, Ahmet Bey’in o gün ülke için büyük bir fedakârlıkta bulunduğunu ve Pelikan eliyle kendisine kumpas kurulduğunu çok rahatlıkla anlıyor.
Kamuoyu 7 Haziran sonrasında AKP içinde ne tür oyunlar oynandığından ziyade, ülke genelinde yaratılan kaosun arkaplanını merak ediyor. Çünkü o dönemde ülkeyi sarsan olaylar yaşandı. 20 Temmuz’daki Suruç katliamından iki gün sonra, 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis katledildi ve o zamanın başbakanı Davutoğlu, bunu 24 Temmuz itibariyle yeni savaş politikasına vesile etti. Oysa Ceylanpınar cinayetinin sorumlusu diye yakalananlar beraat etti ve failler hâlâ meçhul. Davutoğlu o zaman Erdoğan’ın talimatıyla mı hareket etti, yoksa bu savaşı başlatmak kendi kararı mıydı?
Bir kere bunu bir savaş değil, terör operasyonu olarak değerlendiriyorum. O dönemde ülkede art arda yapılan saldırıların bir kısmının arkasında DEAŞ olduğunu, Bir kısmını da PKK’nın üstlendiğini biliyoruz. Ceylanpınar’da failin bulunamaması tabii bir eksiklik. O bölgedeki kamu personelinin aceleyle, bir fail çıkartma telaşıyla yanlış insanları yakalamış olması ama adaletin bunu çözmüş olması da adalet açısından iyi bir şey. Keşke gerçek failler de bulunup bu olay aydınlatılabilse. Ama bakın, Adıyaman’da, Diyarbakır’da pazara giderken askeri öldürdüler ve bunu üstlendiler. PKK’nın eylemlerini kesinlikle gözardı etmememiz lazım. Orada hendeklerin kazılması, şehirlerin bu manada işgal edilmesi… “Kamu görevlilerinin de sorumluluğu varmış.” E onlar, varsa sorumluluğu da yarın ortaya çıkar, ayrı konu. Ama bu eylemleri yok sayamayız. Ahmet Bey tam da bu eylemler taşınamaz noktaya geldiği için, bir mücadele başlattı. Ayrıca PKK zaten daha önceden çözüm sürecinin bittiğini, bu saatten sonra çözüm sürecine sadık olmayacağını açıklamıştı.
Ne zaman açıklamıştı?
Tam hatırlamıyorum ama baharda açıklamıştı. Onun dışında yaptığı bütün eylemler zaten buna matuftu. Şehirlere bu kadar bombalar taşınmış, hendekler kazınmış. Bunları nasıl gözardı edebiliriz?
Peki devlet neden bunu önceden engellemedi? Davutoğlu, geçenlerde Sakarya’daki konuşmasında devletin ilgili birimlerine daha 6-8 Ekim 2014 olayları sırasında, 7 Haziran seçimleri sonrası için savaşa hazırlanma talimatı verdiğini açıkladı. Oysa 6-8 Ekim olaylarından sonra gerek Davutoğlu gerekse Erdoğan defalarca çözüm sürecinde kararlı olduklarını ifade etmişti. Bir taraftan savaşa hazırlanıp bir taraftan çözüm sürecine devam edilmesini nasıl izah ediyorsunuz?
Aslında Sayın Davutoğlu PKK’nın samimi olmadığını, şehirlere yerleşmekte olduğunu hissediyordu ama “bahara kadar silahları bıraksınlar” diyordu. Çünkü PKK hep “baharlar gelsin, yapraklar açsın, gölgelerden dağları terk edelim” gibi gerekçeler üretiyordu. Bahar geldi, yaprak açtı, hadi bırakın artık silahları, diyordu Davutoğlu. Bir taraftan da elbette tedbirler alındı. Zaten bu işler son dakikada olmaz. Askeriyle, polisiyle her zaman hazır olunması gerekiyordu. Ocak 2015’te Şırnak’a gittiğimde Cizre’den geçtim ve daha o tarihte sokakların nasıl kapatıldığını, bariyerlerin oluşturulduğunu, bayrakların asıldığını gördüm. Bunu gören bir kamu görevlisi, müdahaleyi erteleyemez.
Ama ertelendi…
Ben Cizre’de gördüklerimi o zaman ilgili yerlere “bakın böyle manzaralar var, tedbir almanız gerekir” dedim.
Aldığınız yanıt ne oldu?
“Şu anda seçim sürecindeyiz. Müdahale edersek bir-iki şehit veririz. Dolayısıyla sıkıntı olur.” Ben de “bugün bir-iki şehit verebiliriz ama gelecekte daha fazla şehit vermenin önüne geçeriz” dedim.
Bu diyaloğu kiminle kurdunuz?
İsmi şimdilik bende kalsın. Hükümet çözüm sürecinden hep medet umdu. Çünkü büyük bir yatırım yaptı, toplumu hazırladı. Bunu da ancak AK Parti gibi güçlü bir parti yapabilirdi. Bugün çözüm sürecinin “ç”sinden söz edenin ağzına biber sürüyorlar. Ama o gün o risk alındı. AK Parti o sürecin karşılığını almak için hemen masayı devirmek istemiyordu. Ama devlet olarak gördük ki PKK oyalıyor.
Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güneyinde bir mevzi kazanması sonucu PKK, “bizim artık çözüm sürecine ihtiyacımız yok” diye düşündü. “Nasıl olsa buradaki toprak kazanımını devletçik yapılanmasına çeviririz, Türkiye’deki süreç ister yürüsün, ister yürümesin” mantığıya hareket etmeye başladı PKK.
‘SİLAHLARI BIRAKTIM DEMEKLE BIRAKILABİLİR ASLINDA’
Fakat 28 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’nda tarihi bir mutabakat metni açıklandı. Silahların bırakılması, çatışmaların son bulması ve yüz yıla yayılan sorunun barışla çözülmesine ilişkin bu deklarasyon bizzat Erdoğan tarafından reddedildi. Hatta Erdoğan bu metnin içeriğini önceden bilmediği yönünde ifadeler de kullanınca zamanın hükümet sözcüsü Bülent Arınç’la arasında ihtilaf yaşanmıştı. Yani Dolmabahçe mutabakatına uyulsa, süreç başka bir yoldan ilerleyecekti ama devlet veya iktidardakiler bu sürecin devamını istemedi.
Bir kere resmi bir devlet sarayında, Dolmabahçe’de böyle bir toplantı, böyle bir açıklama yapılacaksa, devletin bütün birimlerinin önceden haberi olur. Fakat şunu sorayım: Silahı bırakmak çok zor bir şey mi? “Bıraktım” demekle bırakılabilir aslında. Ama sürekli bahane üretilmesi ve şehirlerin işgaline kadar vardırılıyor olması, bu sözlerin, yazıların, protokollerin, Öcalan’ın konuşmalarının Kandil açısından hiçbir anlamı olmadığını gösterdi. Biz bunu böyle okuyoruz, böyle gördük. En fazla AK Partililer ve Kürtler istemiştir çözüm sürecini. Ama PKK istemedi. Benim görüşüm bu. Bakın hâlâ bir kesim, ellerini ovuşturarak Sayın Ahmet Davutoğlu’na “Serok” diyerek güya hakaret ediyor, “niye teröre göz yumdu” diyerek ithamlarda bulunuyor.
Fakat Kürtler de Davutoğlu’na çözüm sürecini bitirmenin ve sonraki yıkımın yürütücüsü olduğu için tepkili…
Evet, bir kesim de Ahmet Bey’i terörle mücadelede aşırıya gitmekle suçluyor. Peki hangisi doğru? Bir insan aynı anda hem teröre tolerans gösterip hem de terörle mücadelede aşırıya gidebilir mi?
‘SÜRECİN SORUMLULUĞUNU DAVUTOĞLU’NA YÜKLEMEK HAKSIZLIK OLUR’
Devlet bir hukuka tâbi ve bunun içinden hareket etmek zorunda değil mi? Cizre’de bodrumlarda insanlar öldürüldü. Yaşlı bir kadın olan Taybet İnan’ın cenazesi o süreçte günlerce sokakta kaldı. O dönemin başbakanı olarak Davutoğlu’nun bunların hesabını vermesi, en azından izahını yapması gerekmez mi?
Sayın Davutoğlu her talimatında güvenlik güçlerine özgürlükleri maksimum sağlayacaksınız ama güvenlikten de taviz vermeyeceksiniz demiştir. Ahmet Bey’in yerine başka bir anlayış bu operasyonu gerçekleştirseydi, Allah göstermesin çok daha büyük felaketlere sebebiyet verilebilirdi. Ahmet Bey, “bir kuyumcu hassasiyetiyle çalışacaksınız, hiçbir sivil kayba sebebiyet vermeden bu işi yürüteceksiniz” dedi. Ancak bir çatışma ortamı doğduğunda ve siz mahalle mahalle bir şey yaptığınızda, buralarda hukukun da vicdanın da tasvip etmediği olaylar olmuş olabilir. Bunlar bireysel birtakım incelemelerle ortaya çıkacak yargısal bir konudur. Terörle mücadele talimatı vermese miydi? Hayır, vermek zorundaydı. Ben başbakan olsaydım, ben de o talimatı verirdim. Ama ben de hukukun içinde kalınarak mücadele edilmesini salık verirdim.
Ama öyle olmadı…
Öyle bir iddia varsa o artık yargının konusudur.
Türkiye’deki mevcut yargının konusu olmayacağı açık değil mi?
Zaten bizim de genel olarak adalet konusunda şikâyetimiz var. Ama o sürecin sorumluğunu Davutoğlu’na yüklemenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Ama Davutoğlu başbakandı…
Siyasi sorumluluğu alarak bu talimatı verdi ve zaten bu sorumluğu şu anda da üstleniyor. Hatta 7 Haziran-1 Kasım arasına ilişkin çarpıtılan sözünde, terörle mücadelede MHP ve AK Parti içindeki hizipler tarafından yalnız bırakıldığını da açıklıyor. Dolayısıyla Ahmet Bey yapılması gerekeni yapmıştır.
‘AKP’NİN İHRAÇLARLA HIZLANDIRDIĞI AYRIŞMADAN YENİ BİR KURUMSALLAŞMA ÇIKACAK’
Ahmet Davutoğlu’yla beraber şu anda yeni bir parti kurma hazırlığı içinde misiniz?
İtiraz sürecimizin ilanihaye devam edemeyeceğini ve bir ayrışmaya doğru gidileceğini az önce söylemiştim ama AK Parti ihraç kararıyla beraber bu süreci hızlandırdı. Bunun sonunda bir kurumsallaşma mutlaka olacaktır.
Peki uygulamaları yüzünden Kürtlerin büyük tepki gösterdiği Davutoğlu öncülüğünde kuracağınız partinin nasıl bir Kürt politikası olacak?
Bakın henüz ortada bir metin, kurumsal yapı olmadığı için, bu çerçevede bir şey söyleyemem. Ancak biz Sayın Davutoğlu’yla bu sene Diyarbakır’da iftar programına katıldık ve sabah namazına kadar sokaklardaydık. Ardından Elazığ’a gittik ve benzer bir program yaptık. Oradaki insanlar Sayın Başbakanımızı bağırlarına bastılar. Başkaları alay etse de oradaki insanlar kendisine “Serok Ahmet” diye hitap ediyorlar. Onlarla kucaklaştı, onlarla teri terine karıştı. Sayın Başbakanımızı bölge halkı anlıyor ve kendisinin onları düşündüğünü biliyor. Ona göre bir politika geliştireceği beklentisi de var. Sayın Başbakanımız da bölge halkının beklentilerini biliyor ve mutlaka ileride bunlar konuşulup tartışılacak. Demokratik bir düzen çerçevesinde oraya da elbette mesajları olacaktır.
Davutoğlu’yla beraber ihraç edilmeniz üzerine AKP’den ciddi bir kopma bekliyor musunuz?
Şu anda zaten önceden AK Parti’de milletvekilliği yapmış çok sayıda arkadaş bize destek veriyor. AK Parti’de efsane olmuş diyebileceğimiz Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun’dan bir çok il başkanı bu yapıya destek veriyor. Tabandan da bir destek var. Zaten bizim hareketimiz önce tabandan başladı. Bir hareketin önce felsefesi, programı ve dayandığı bir tabanının olması lazım. Bu hareketin tabanı zaten illerde oluştu. Şu anda bu hareketin felsefesini ve programını söylemlerimizle oluşturuyoruz. Kurumsallaştığında da tam çerçevesi ortaya konacak. AK Parti tabanından, muhafazakâr kesimden çok büyük teveccüh göreceğimize inanıyorum. Ayrıca nasıl ki ilk yıllarında liberaller, değişik fikirden insanlar AK Parti’ye destek verdiye, benzer bir desteği bizim de oluşturacağımızı düşünüyorum. Çünkü biz o insanlara da hitap edeceğiz.
Siyasal İslâmcıların böyle bir kredibilitesi kaldı mı?
“Muhafazakârım diyen birileri geldi ama söylediklerinin tam tersini yaptı” dedirtmemek adına bu adımı atıyoruz zaten.
Bunun için artık çok geç değil mi?
Hayır, geç değil. Çünkü tarihine baktığınızda muhafazakârlar içinde hiçbir zaman başka kesimlere yapılan haksızlıklar nedeniyle birbirine karşı itiraz olmamıştır. Biz ilk kez böyle bir itirazı dillendiriyoruz. “Bu yaptığınız yanlış” diyoruz. İnsanları ötekileştirmeyin, insanlara insanlığınızı gösterin, diyoruz.
Refah Partisi’nden ayrılıp AKP’yi kuran kadrolar da aynı şeyi söylemiyor muydu?
Refah Partisi’ndeki itiraz, şu insanlara, şu kesimlere haksızlık yapılıyor denilerek ortaya çıkmadı. “Bu yöntemlerle iktidara gelemeyiz, yenilikçi söylemle haraket edelim” denilerek Refah’tan ayrılınmıştır.
Mevcut devlet ve iktidar yapısının sizinki gibi bir oluşuma müsaade edeceğini düşünüyor musunuz?
Devlet yetkilerini kullananların karanlık odalarda kime ne roller biçtiğini bilemeyiz. Fakat son kertede sözü halk söyler kardeşim! AK Parti’nin iktidara gelişi de böyle olmuştur. Ekrem İmamoğlu için de her türlü şeyi söylediler ama sandığa oylar tek tek girer ve tek tek çıkar. Biz kuruluşumuzu yaptıktan ve programımızı açıkladıktan sonra vatandaş buna teveccüh ederse, bunun önünde hiçbir derin yapı duramaz. Bu karanlık güçler çaba içinde olabilirler ama bu, halkın gücünün, kararının önüne geçemez.
‘BAGAJIMIZ YOK, KİMSEDEN KORKMUYOR, ÇEKİNMİYORUZ’
Erdoğan’ın gazabından korkuyor musunuz?
Toplumda bir korku iklimi hakim. Ancak biz sade yaşayan insanlarız, bagajımız yok. Kendi yağıyla kavuralan insan özgür insandır. Bizimle olan arkadaşlar da biraz bu tipte insanlar. Onun için biz itirazlarımızı dile getirebildik.
Yani kaybedeceğiniz bir şey yok mu?
Ben hayatımı onurum için yaşadım, siyaseti de hizmet için yapmaya çalıştım. Avukatlık yaparken milletvekili olunca çocuklarıma dedim ki, “avukatlık bitti ve devletin bize verdiği belli bir maaş var. Bundan sonra herkes ayağını yorganına göre uzatacak.” Çocuklarım böyle yaşadılar ve beni hiç utandırmadılar. Birileri çocuklarını FETÖ okullarına göndermek için sıraya girerken benimkiler mahalle mektebine gidiyorlardı. Bu rahatlık bizi en özgür adam kıldı. Bundan sonraki yaşantım da sade olacak ve fikir özgürlüğümden taviz vermeyeceğim. Arkadaşlarımızın da önemli bölümü benim gibi insanlar. Onun için de kimseden korkmuyor, çekinmiyoruz. Çekinseydik, zaten herkesin bir şeyleri kaybetme korkusuyla sustuğu bir dönemde biz de susardık.
AKP’den kopan, Ali Babacan’ın veya Abdullah Gül’ün başını çektiği başka bir oluşum da var. Siz niye ortaklaşmadınız? Ayrıştığınız noktalar neler?
Aslında ben de bu soruya bir cevap bulamıyorum. Fakat biz 31 Mart’a kadar da Sayın Babacan’la birlikte toplantılarda bulunuyorduk. Sonradan benim de sebebini bilmediğim bir ayrışma oldu.
Bunu Babacan cenahı mı istedi?
Tabii, onlar arzu ettiler. Biz daha tabandan gidiyor, gün ışığında, halkın önünde fikirlerimizi açıkça konuşuyor, metne döküyoruz. Belki de onlar bu yöntemi pek tasvip etmediler. Belki onların başka bir yöntemi vardır. İnanın bilmiyorum! Ama ayrı mekânlarda ayrı programlar yazıp size versek, yüzde 5’lik bir fark göremezsiniz. Çünkü biz onlarla daha önce istişare etmiştik. Niye böyle oldu, bir anlam veremiyorum. Fakat onlar da bizim kıymet verdiğimiz insanlar. Ali Bey de pırıl pırıl bir insandır. Paranın üzerinde oturmuştur ama devletin kör kuruşuna tenezzül etmemiştir. Beraber olmasak da ileride bu ülkenin geleceği için ortak çalışmalar yürütebileceğimize inanıyorum.
‘AK PARTİ ARTIK TARİHTE KALMIŞTIR’
Aslında her iki oluşum da “AK Parti AKP’leşti” fikrinde ortaklaşıyor ama siz söyleşi boyunca hep AK Parti dediniz.
Ben AK Parti’nin kurucusuyum ve bu parti ilkeler, değerler partisi olarak kuruldu. Gelinen noktada Pelikan gibi yapıların etkisiyle AKP’lileşmiş bir AK Parti var. Daha önce bu partinin yöneticileri, liderleri için ağza alınamayacak her türlü hareketi etmiş insanlar şu anda AK Parti’nin temel politikalarını belirler hale gelmişler. Benim zihnimde hâlâ eski yapısı olduğu için AK Parti diyorum ama elbette artık AKP’lileşmiştir. AK Parti artık tarihte kalmıştır.
“AK Parti” ne zaman AKP’lileşti?
Özellikle Sayın Davutoğlu’nun yönetimden uzaklaşmasından sonra süratle AKP’lileşti veya MHP’nin şimdiki yönetimine benzedi. Bence AK Parti MHP’lileşti. Tabanındaki doku da bozuldu. Daha önceki taban daha vicdanlı, karşısındakinin hukukuna son derece saygı gösteriyordu. Tabanın bir kısmı önce reisçiliğe evrildi, oradan da milliyetçi söylemi ağır basan bir noktaya geldi. MHP’yle olan koalisyon, söylem birliği AK Parti’yi zehirledi, mayasını bozdu.
Sizce AKP-MHP ittifakının geleceğinde ne var?
AK Parti, yüz-yüz elli yıllık bir uğraşın, alın terinin, davanın üzerine oturdu. Ama AK Parti’nin mevcut versiyonu bu davayı taşıyamadı. Evlat ve damat uğruna bu dava heba edildi. Dava kimsenin tekelinde değildir. Davanın değerlerini savunursanız, onun bayraktarlığını yapabilirsiniz. Oysa ortada savunulacak bir dava bırakmadılar. Aksine, yılların emeğini de damat ve evlat uğruna heba ettiler. Şu anda devlet yönetimi de, bir başbakanlık varmışcasına damat eliyle işletiliyor. Damat şu anda gayriresmi, fiili başbakandır. İstediği zaman bakanlara, bakan yardımcılarına talimat verebilen, genel müdürleri toplayabilen bir damat var. E bunu bir sistemde ancak başbakan ya da cumhurbaşkanı yapabilir. AKP’nin geleceği damat üzerine bina edildiği için erime başladı. Nasıl ki ANAP, Mesut Yılmaz’ın elinde yüzde 5’de sonlandıysa, AKP de damat eliyle yok edilecek. Bitecek, tükenecek! Biz aslında bu tükenişi durdurmak istedik. Fakat karar mekanizmalarından uzaklaştırıldık, söylediğimize kulak asılmadı ve biz de “artık bu vebali üstlenmek istemiyoruz” dedik. O nedenle de muhafazakâr seçmene, demokrat kesime, özgürlüğü önceleyen insanlara, dünya değerlerini arzu edenlere bir alternatif sunmak istiyoruz.
Yakın geleceğe ilişkin öngörünüz ne? AKP biterse iktidarı siz mi devralacaksınız?
Ben gerçekçi bir siyasetçiyim ve hayaller üzerine bir gelecek bina etmem. AK Parti’nin eridiğini çoktandır görüyoruz. Denkleme başka bir etken girmezse, yapılacak bir seçimde AK Parti ve MHP’nin iktidar olamayacağı gözüküyor. CHP kurmayları da bunu gördükleri için “sakin kalalım, halkı, seçmenimizi ürkütmeyelim, çünkü iktidar bize altın tepsiyle geliyor” diyor. Biz de aynı tespiti yapıyoruz. Hiçbir etken olmazsa, AK Parti ile MHP’nin oyları yüzde 50’yi geçmiyor. Dolayısıyla AK Parti’nin iktidar olabilmek için üçüncü bir parti gücüne ihtiyaç var. Şu ana kadar alabildiği tek parti, 0,01 bile olmayan Vatan Partisi. HDP’yle yan yana olamazsınız; Kürtlere “gidin Kürdistan’a” demişsiniz. İYİ Parti’yle MHP yan yana olamayacağı için, onu da alamazsınız. CHP zaten ana bloğun taşıyıcısı ve sizinle olmaz. Bir yandan da oylarınız erimeye devam ediyor.
Elinizde buna ilişkin herhangi bir somut veri var mı?
Bakın son zamanda yapılan bir anketin sonuçlarını açıklayayım. Soru şu: “Yarın seçim olsa, Recep Tayyip Erdoğan’a oy verir misiniz?” Yüzde 35 “evet”, yüzde 65 “hayır.” Bu soru MHP’li, AK Partili, HDP’li, CHP’li tüm kesimlere sorulmuş. Enteresan bir soru daha var ankette: “Bugün parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasında bir referandum yapılsa hangi sisteme ‘evet’ dersiniz?” Yüzde 33 “başkanlık sistemi”, yüzde 67 “parlamenter sistem” çıkmış. Bu anketleri hem iktidardakiler hem de muhalefettekiler görüyor.
Erdoğan açısından bir çıkış yolu var mı?
Biz bu çıkış yolunu gösterdik. AK Parti’nin kuruluş ilkelerine dönmesi gerekiyordu. Cumhurbaşkanı, genel başkanlık makamını bırakıp partiyi eli-ayağı düzgün birine bırakabilirdi. Kurucu kadrolardan azami istifade edebilirdi. Cumhurbaşkanlığı sisteminin aksayan yönleri, kararnamelerle filan değil, anayasal çerçevede düzeltilebilirdi. Tekrar tüm Türkiye’yi kucaklayan bir söyleme başvurulabilirdi. Bir yıldır devam ettiği halde hâlâ ekonomik krizin varlığı bile kabul edilmiyor ki, vatandaş buna müthiş öfke duyuyor. Tüm bunlar yapılsaydı, bir ihtimal çıkış olabilirdi. Fakat bunlar bile yapılmadığı için biz “üçüncü bir yol bulmamız lazım” diyoruz.
‘EĞER DAVA DİYE BİR ŞEY KALMIŞSA, DEĞERLERİNİ SAVUNACAK BİR YAPI KURMAK İSTİYORUZ’
Daha doğrusu ikinci yol…
Hayır, her ne kadar söylemi artık yumuşamış olsa da CHP’yle ideolojik olarak ayrıştığımız için üçüncü yol diyorum. Zaten ideolojik bir ayrışmamız olmasa, gidip mevcut partilerden birinde yol alırdık. CHP’nin de eski Kemalist politikalardan ne kadar kurtulduğunu ancak iktidara geldiğinde test edebiliriz. Üçüncü yolla, AK Parti tabanının başka partilere kaymasını da engelleyecek bir alternatif üreteceğiz. Eğer hâlâ dava diye bir şey kalmışsa, yılların emeğiyle üretilmiş davanın değerlerini savunacak bir yapı kurmak istiyoruz.
Nedir bu davanın değerleri?
Evrensel değerler aslında. İnsanı önceleyen, demokratik değerlere, fikir özgürlüğüne saygı gösteren, insan haklarına dayanan, tahammül eden ve 83 milyonu hem söylemiyle hem eylemiyle kucaklayan bir yoldan söz ediyorum.
Erdoğan da hâlâ kürsüde buna benzer sözler sarfediyor ama…
Kürsüden bunlar söyleniyor ama inildiği anda “bunlar FETÖ’cü, şunlar zillet ittifakı, şunlar PKK’lı, bunlar Alevi, onlar Kürt…” Bir bakıyorsun elde kimse kalmamış! Söylemde 83 milyonu ama hak dağıtmaya geldiğinde küçük bir zümreyi görüyorlar. Mevcut yönetim, belli kliklerin içine hapsolmuş vaziyette. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı kitabında ailenin, toplumu, coğrafyayı, iklimi insanın karakterini, davranışlarını etkileleyen unsurlar olarak özetler. Bugün için AK Parti liderinin etrafında, onu kuşatmış dört zindan var: Aile, MHP’yi yönetenler, Pelikanvari paralel yapılar ve beşli çete olarak adlandırılan ekonomik yapılar. Sayın Cumhurbaşkanımızın artık bu kuşatmayı yarma imkânı yok.
Sizin zindan olarak gördüğünüzü Erdoğan bir muhafaza alanı olarak görmüyor mu?
Tabii, kuşatanlara da haksızlık etmeyelim. Bilinçli, tercihli bir kuşatılma bu. Peki Sayın Cumhurbaşkanı bunların hangisinden vazgeçebilir? Ailesinden vazgeçebilir mi? Tabii ki hayır.
MHP’den vazgeçemez mi?
Yüzde 50 oyunuz varken MHP’yle anlamsız bir ittifak yapmış ve kendinizi ona bağımlı hale getirmişsiniz. Bu bağımlılıktan kurtulmayı bırakın, MHP yönetimi sizi ikinci bir MHP’ye bile muhtaç hale getirmiş. Perinçek vs, arayışları bundan kaynaklanıyor. Pelikan gibi paralel yapılardan kurtulabilir misiniz, hayır. Cumhurbaşkanı gitti, onlarla fotoğraf verdi. “Benim tercihim burasıdır” dedi. Oysa düne kadar cumhurbaşkanı bunların faaliyetlerinden habersizdir, deniyordu. Peki 5’li ekonomik çetelerden kurtulabilir mi? Keşke kurtulsa. AK Parti’nin kalkınma ayağı, adaletten daha güçlüdür. Hizmet için yatırımlar yapmıştır. Fakat sonraki aşamalarda vatandaşın ihtiyacı yerine şirketlerin ihtiyacı öne çıkmıştır. Mesela her yere tüneller açıldı. “Tünel şirketi” diye ünlenen bir şirket var. Giriyor karanlık bir tünele, ne yaptığı, kaça yaptığı, neden yaptığı belli değil! Kuş uçmaz, kervan geçmez yerlere dünyanın en uzun tünellerini yapmışız! Neden? Çünkü eskiden vatandaşın ihtiyacı öncelikliyken, artık şirketlerin kârı öncelenmeye başlandı. Biz tüm bunların vebalinden kurtulmak için gün ışığında itirazlarımızı dile getiriyoruz.
Peki yeni bir siyasi harekete girişirken, AKP’yi kurarkenki heyecanı duyuyor musunuz?
Tabii ki duyuyoruz. Ben 1980’lerin ikinci yarısında siyasete atıldığımda ANAP’ın oyu yüzde 44’tü, Refah Partisi’ninkiyse yüzde 2,7’ydi. Oradan tırnaklarımızla kazıya kazıya geldik. Türkiye üzerinde, herkesin mutlu olduğu bir cennet hayal ediyorduk. Bizden farklı ideolojidekilerin de bizi takdir edeceği, herkesin “birlikte yaşayabiliriz” dediği bir ülke yaratmayı hedefliyorduk. AK Parti’yi de “söylemimiz dar kaldı, yelpazeyi genişletelim” diyerek kurduk. Ama geldiğimiz yer, ağzını açana yumruğu vuran, herkeste suç potansiyeli gören, toplumsal ve yargısal adaletsizliğin tavan yaptığı bir nokta. Parti, kendi arkadaşlarının fikirlerine bile tahammül edemeyen bir AKP’ye evrildi ve sona doğru süratle koşuyor. Biz şimdi “sıfırdan başlamaya razıyız” diyoruz. Yüzde kaç oy alacağımıza, ne zaman iktidara geleceğimize bakmıyoruz. Öncelikle vicdanen rahat olmamız, toplum içinde rahatça gezebilmemiz ve sonra da tabanımıza, insanımıza bir alternatif sunmamız lazım. Anlık başarıların peşinde koşmuyoruz. Yoksa hâlâ büyük rantlar dağıtmaya devam eden AK Parti’de olmaya devam edebilirdik. AK Parti’nin bütün hatalarının sorumluluğunun bize yüklenmesi haksızlık olur. Aksine, bu haksızlıkları önlemeye çalışanlardık biz.
Yani hiç mi sorumluluğunuz yok?
Bireysel olarak elbette bizim de sorumluluğumuz var ama yüzdeye vursanız, herhalde en az pay bize düşer.
Eğer bu hareketin öncüsü Erdoğan yerine başka bir karakter olsaydı, sizce “AK Parti” AKP’lileşmez miydi?
AK Parti’nin içinde karşı mahalleye, fikirlere saygı gösteren, ortak aklı önceleyen önemli değerli siyasetçiler vardı.
Hâlâ var mı?
Sayıları azaldı ama hâlâ var. Bunların çoğu, bir bahaneyle trenden atılırken, trenden indi muamelesi yapıldı. Fakat hakkımızdaki ihraç meselesiyle vatandaşımız trenden inilmediğini, atılındığını daha net görmeye başladı. Bu insanlar yönetim kademelerinde etkin bir şekilde görev almaya devam edebilseydi, AK Parti mevcut noktaya evrilmezdi. Fakat bu insanlar trenden atılınca, kurumları etkisizleştirilince, tabandan gelen ses duyulmamaya başlanınca AK Parti felç oldu. AK Parti şu anda felç olmuş kocaman bir gövde olarak duruyor. Eli, kolu, bacağı çalışmıyor. Buradan yeni bir çıkış üretmek mümkün değil.
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...