İran’daki protestoların arkasında CIA’in olabileceğini yazan Fisk, 2006’da İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’ı hedef aldığı savaştan bu yana bir şablon izlendiğini, Suriye’deki silahlı isyancıların da çok erken bir tarihte ortaya çıktığını yazıp, “Ve şimdi İran’ın mı sırası geldi? Neredeyse aynı taktikler. Aynı senaryo”ifadelerini kullandı.
Fisk, İran’da yaşananlar konusunda CIA yetkilisi Michael D’Andrea’dan hiç söz edilmemesini tuhaf bulduğunu belirterek şöyle dedi:
“D’Andrea – Suriyeliler için olduğu gibi- İranlılar için zorlu bir düşman. Fakat bunca zamandır onun hakkında daha fazla şey duymamış olmamız çok tuhaf. İran’daki son olaylarla yakından ilgilenmiyor mu? Tabii ki ilgileniyor. İşi bu, öyle değil mi? Peki bu sessizliğin sebebi ne? Buradaki bağlantıları kuramıyor muyuz? Acaba zavallı Hamaney’in Tahran’da sözünü ettiği ‘istihbarat servisleri’ ile artık ‘Başkan Trump’ın bakış açısını hayata geçirmesi’ gereken Michael D’Andrea’nın başında bulunduğu istihbarat servisleri arasında herhangi bir bağlantı olabilir mi? ‘Dünyanın izlediğinden’ hiç emin değilim. Fakat izlemeli.”
Makale şöyle:
“Birçoğumuz, bir yolda araba kullanırken, bir tepeyi gördüğümüzde ya da bir sohbeti dinlerken, aynısını daha önceden gördüğümüz ya da duyduğumuzdan yüzde yüz emin oluruz. Bu son derece nadir, biraz da ürpertici bir histir. Belki önceki hayatımızda görmüşüzdür. Veya belki de birkaç yıl önce… İran’da minyatür sokak devrimini niçin böylesine tuhaf, tanıdık ve tüyler ürpertici bulduğumu, güvendiğim bir arkadaşım böyle açıkladı bana…
Olayların üzerinden geçelim. Haklarından mahrum edilmiş ve yoksul/işsiz çok sayıda genç, yoksulluklarından, rejimin yolsuzluğundan ve özgürlükten mahrum bırakılmaları için şikâyet etmek üzere bir Ortadoğu ülkesinde sokağa çıkar. Ve hızla, kendi liderlerine düşman olurlar. Her şey son derece meşrudur. Fakat günler içinde, halkın ifade özgürlüğünü savunan ama şiddete başvuranların bedel ödeyeceği uyarısında bulunan hükümetin muhaliflerine silah doğrultulur. Protestocular hükümetin silahlı destekçilerinin öldürme taktiklerine yanıt vermeye çalışırken, -ikisi güvenlik gücü mensubu- en az 21 kişi öldürülür.
Devlet milisleri tarafından desteklenen en güçlü lider, huzursuzluğu yabancıların, hainlerin ve casusların çıkardığından şikâyet eder. Devletin en üst düzey lideri her şeyi ‘para, silah, politika ve istihbarat servisleri’ne indirger. ABD, İngiltere ve Suudi Arabistan’ın adı ana şüpheliler olarak geçer. Ve sonrasında da, heyecanları açısından olmasa da sayı açısından eylemcileri kat kat aşan yüz binlerce hükümet yanlısı, sokak protestolarını kınamak için ellerinde sevgili liderlerinin fotoğraflarıyla sokağa iner. Rejim, protestoların ‘son bulduğunu’ açıklar.
‘SURİYE İLE AYNI SENARYO, AYNI OYUN, AYNI METİN’
Benzerlikler birebir değil ama bunlar 2011’de Suriye’de yaşananları epey andırmıyor mu? Bu aynı senaryo, aynı oyun, aynı metin değil mi? Hükümetin tarım politikalarıyla ezilmiş, kırsalda yaşayan yoksullar Esad yönetimine ve o zamanki yolsuzluğuna karşı eylem yapmaya başladılar ve hızla bu yönetimin devrilmesini talep eder hale geldiler (tıpkı bugün İran’da eylemcilerin dini lider Ali Hamaney ile Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin posterlerini yakarken görüldüğü gibi). Güvenlik güçleri protestocuları vurmaya başladı. Ve o dönem zannettiğimizden çok daha erken bir zamanda, 2011 ilkbaharında, rejimin silahlı muhalifleri Humus ve Dera yakınlarında, Lübnan sınırının kuzeyi boyunca, Suriye ordusuna saldırmaya başladı.
Beşar Esad’ın rejimi hemen, ‘teröristlerin’ (İran hükümeti silahlı muhalifleri için bu sözcüğü henüz kullanmış değil) arakasında ‘yabancı bir el’ olduğunu öne sürdü ve Amerika ile Suudi Arabistan’ı, Suriye’ye iç savaş getirmek için komplo kurmakla suçladı. Her hafta, rejime sadık yüzbinlerce Suriyeli Şam’da Esad’ın posterlerini sallayarak yürüdü. Suriye hükümeti, krizin ‘son bulduğunu’ tekrar tekrar açıkladı.
Son bulmamıştı. Fakat Amerika ile Suudi Arabistan’ın çabalarına (ve İngiltere’nin ‘rejim değişikliği’ne verdiği desteğe) rağmen Esad, 2009’daki epey tartışmalı başkanlık seçimlerinde (Donald Trump’la çok ortak noktası olan) Mahmud Ahmedinecad’ın zafer ilan etmesi sonrası patlak veren protestoları batıran İran rejimi ile aynı inadı göstererek görevinin başında kaldı.
Hayır, İran Batı tipi bir demokrasi değil. Kimin başkan adayı olacağına kendi yetkilileri karar veriyor. Fakat hakikaten işleyen bir parlamentosu var ve Trump’ın seçim zaferinden sonra, İranlılar ile Amerikalıların özgürlüklerini kıyaslamak iyi bir fikir olmayabilir.
İRAN’IN ASIL SORUNU, İDAM CEZASI
Benim endişelerim, genç ve masum bir kadını, bir hapishane yetkilisinin annesiyle kızının telefonundan alay ettiği sırada darağacına gönderebilen bir rejimin gaddarlığı ile ilgili. Darağacının İran’ı (nükleer) santrifüjlerden daha çok lekelediğini geçmişte söylemiştim.
Bir nükleer tesis konusunda müzakere edebilirsiniz. Ölümü geri alamazsınız. Sadece 23 yaşındaki Dilara Darabi’yi düşünün mesela. 2009’da annesine “Anneciğim, önümde ilmiği görebiliyorum. Beni idam edecekelr. Lütfen beni kurtar” diye bağırırken daracağına götürüldü sürüklenerek… Dilara, erkek arkadaşını idamdan kurtarmak için, babasının kuzenini öldürdüğüne dair yalan söylemişti. Zavallı kız darağacına götürülürken, erkek bir infazcı elinden telefonunu aldı ve annesiyle alay ederek artık kızını hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi. Dönemin İran cumhurbaşkanı Ahmedinecad bana aynı yıl, idam cezasına karşı olduğunu söylemişti. Ama İran yargısının hükümetten bağımsız olduğunu iddia ediyor, “Ben bir karıncayı bile öldürmek istemem” diyordu.
Tabii ki hiçbir şey yapmadı. 2015’te 700, 2016’da 567 insan idam sehpasına çıkarıldı. Tabii ki, kurbanların birçoğu uyuşturucu satıcısıydı. Fakat davaları kötü yönetilmişti ve idamlar İslam Cumhuriyeti’ni lekeliyor. Nükleer anlaşmadan sonra güvenmemizi tembihledikleri Hasan Ruhani’nin otoritesini de karalıyor.
Fakat şimdi İran ile Suriye arasındaki rahatsız edici benzerliklere dönelim. İsrail’in 2006’da Lübnan’daki savaşı, Suriye’nin Lübnan’daki en güçlü müttefiki olan ve İran’ın himaye ettiği Hizbullah’ı yok etme girişimiydi. Başarısız oldu. Hizbullah savaşı kazandıklarını iddia etti. Onlar kazanmadı ama İsrailliler kaybetti. Bir sonraki hedef 2011’de Suriye oldu. O günden bu yana bu kederli ve zalim hikâyenin sadece bir kısmını öğrenebildik. Fakat Batı ve İsrail yine kaybetti. Esad hayatta kaldı. O sinir bozucu Rusların, Hizbullah’ın ve İran’ın yardımıyla kazandı.
BATI MEDYASI CIA’İN ADAMI D’ANDREA’DAN HİÇ SÖZ ETMİYOR
Ve şimdi İran’ın mı sırası geldi? Neredeyse aynı taktikler. Aynı senaryo. Suudi Arabistan’ın zevkle izlediği aynı düşmanlar. İngiltere insan hakları konusunda kem küm ediyor fakat Amerikalılar masum (ve giderek tehlikeli hale gelen) protestocuların tarafını tutmaya dünden razı. “Dünya izliyor” [Trump’ın Twitter mesajına atıf]. Tabii ki öyle. Fakat benim kafamı karıştıran şey şu: İran Amerikan komploları konusunda her zamanki iddiaları öne sürerken, Amerikan ve İngiliz medyası bu bağlamda bir kez bile, Trump tarafından CIA’in İran’daki operasyonlarını yürütmesi için atanan adam olarak sadece altı ay önce yıldız muamelesi gören bir Amerikan istihbarat yetkilisinin adını bir kez bile anmadı.
Ne kadar tuhaf. Zira New York Times daha haziran ayında, ‘Karanlık Prens’in veya takma adıyla ‘Ayetullah Mike’ın yeni rolünü şöyle anlatıyordu: “İstihbarat ajansının, Mike Pompeo’nun liderliğinde, gizli operasyonlar konusunda daha güçlü bir yaklaşım benimseyeceğine işaret eden bir dizi adımdan biri.” Mottosu “Yayımlamaya değer her haber” olan gazete, “İran CIA için en zorlu hedeflerden biri olageldi” diyor ve devam ediyordu: “Trump’ın bakış açısını hayata geçirmek yönündeki zorlu görev, İslam dinini seçen sigara tiryakisi D’Andrea’ya düşüyor. El Kaide’nin zayıflatılması konusunda ondan daha büyük iş yapmış bir başka CIA yetkilisi belki de yoktur. Trump Ulusal Güvenlik Konseyi’ne, İran’ın yayılmasını engellemeye ve rejim değişikliğini zorlamaya istekli olan şahinleri atadı; bunun temeli ise muhtemelen CIA’in gizli faaliyetleriyle atılacak.
BAĞLANTIYI KURAMIYOR MUYUZ?
New York Times D‘Andrea’nın 11 Eylül’ü izleyen yıllarda “bir dizi esirin işkence görmesiyle sonuçlanan, 2014’teki kapsamlı Senato raporunda ‘insanlık dışı ve etkisiz’ olarak kınanan gözaltı ve sorgu programıyla derinden ilişkili olduğunu” da yazıyordu. D’Andrea CIA’in Terörle Mücadele Merkezi’nin başına 2006’da geldi ve New York Times’a göre, “onun yönetimindeki casuslar, Hizbullah’ın Şam’daki en üst düzey yetkililerinden biri olan İmad Mugniye’nin 2008’de öldürülmesinde kilit bir rol oynadı”. D’Andrea’nın ayrıca, Pakistan-Afganistan sınırında pilotsuz drone saldırılarının giderek artan biçimde kullanılmasıyla da ilgisi var.
Dolayısıyla kendisi – Suriyeliler için olduğu gibi- İranlılar için zorlu bir düşman. Fakat bunca zamandır onun hakkında daha fazla şey duymamış olmamız çok tuhaf. İran’daki son olaylarla yakından ilgilenmiyor mu? Tabii ki ilgileniyor. İşi bu, öyle değil mi? Peki bu sessizliğin sebebi ne? Buradaki bağlantıları kuramıyor muyuz? Acaba zavallı Hamaney’in Tahran’da sözünü ettiği ‘istihbarat servisleri’ ile artık ‘Başkan Trump’ın bakış açısını hayata geçirmesi’ gereken Michael D’Andrea’nın başında bulunduğu istihbarat servisleri arasında herhangi bir bağlantı olabilir mi? ‘Dünyanın izlediğinden’ hiç emin değilim. Fakat izlemeli.”
(Gazete Duvar)
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...