MHP 23. 24. 25. ve 26. dönem İzmir Milletvekili Oktay Vural, Turktıme'a konuştu.
Vural'ın açıklamalarından satır başları:
SAYIN VEKİLİM KENDİNİZDEN BİRAZ BAHSEDER MİSİNİZ?
1956 doğumluyum. 1979'da İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdim. 1979-1980’de avukatlık stajını tamamladım.
1980 yılında sınavı kazanarak Başbakanlık Devlet Planlama teşkilatında uzman yardımcısı oldum.
Darbe döneminde bürokrasi yerine akademik kariyeri tercih ederek Haziran 1981’de Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi oldum. Bilahare yeni kurulan Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ne geçerek yüksek lisansımı aynı üniversitede Maliye Dalı’nda Eylül 1983’te tamamladım.
Doktora araştırmalarını Başbakanlık bursuyla 1984-85’te ABD Pennsylvania Üniversitesi Wharton School’da yaptım. Temmuz 1987’de İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde İktisat Bilim Dalı’nda doktor unvanını aldım.
Vatani görevimi 1988'de Denizli'de yaptım.
1988 yılında Tuba hanımla evlendim.
1988'de Başbakanlık’ta Petrol’den Sorumlu Devlet Bakanlığı’nda Danışman olarak görevlendirildim. 1989 yılında BOTAS-Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.S. Genel Müdür Yardımcısı, bilahare 3 Ağustos 1990 tarihinde BOTAS Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu Başkanı oldum. Bu görevimden 14 Şubat 1992’de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müşavirliği’ne atandım. Ekim 1992-Kasım 1993 arasında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu üyeliği yaptım.
1995 yılında milletvekili genel seçimlerinde Ankara 2. Bölge Milliyetçi Hareket Partisi milletvekili adayı oldum. Ancak bu seçimlerde MHP ülke barajını geçemedi.
15 Ağustos 1997’de TÜGSAS, Türkiye Gübre Sanayii A.S. Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Genel Müdürlüğü’ne atandım. Bilahare 6 Temmuz 1998 tarihinde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği’ne atandım.
18 Nisan 1999 seçimlerinde İzmir 1. Bölge’den MHP milletvekili seçildim. TBMM 21. Dönemde Sanayi, Ticaret, Enerji, Bilgi ve Teknoloji Komisyon Başkanlığı, MHP TBMM Grup Başkanvekilliği, NATO Parlamenter Asamblesi Üyesi ve Doğu-Batı Ekonomileri İşbirliği Komitesi Başkanlığı görevlerini üstlendim.
1 Ağustos 2001 tarihinde Ulaştırma Bakanlığı görevine atandım. 3 Kasım 2002 seçim kararı münasebetiyle 5 Ağustos 2002’de bu görevden ayrıldım.
MHP’nin ülke barajını geçemediği 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra 12 Ekim 2003 yılında yapılan MHP 7. Olağan Büyük Kurultayı’nda Merkez Yönetim Kurulu üyesi oldum. Bilahare MHP ARGE’den Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptım.
22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan 23. Dönem Milletvekili genel seçimlerinde MHP İzmir milletvekili seçildim.
MYK ve divan görevlerinden ayrılarak TBMM MHP Grup Başkanvekilliği görevini üstlendim. 24, 25 ve 26. Dönemlerde de MHP İzmir milletvekili seçildim. TBMM Grup Başkanvekili görevinden 22 Haziran 2016’da ayrıldım.
24 Haziran 2018 tarihinde yapılan seçimlerde milletvekili görevim sona erdi.
Muhterem eşim Prof.Dr. Tuba Vural 2014 yılında vefat etti. Oğuz ve Yavuz adlarında iki oğlum var.
Spor benim sivil alanım. Galatasaray Spor Kulübü üyesiyim. Vakıf ve üniversite mütevelli heyet üyesiyim.
En önemli zevkim hayatımı adamaya değer hissettiren şeylere inme girişimi, öğrenmek, gerçekleri biriktirmek ve gerçekleri başkalarına, topluma aktarmak. Benim için değerli bir yaşam tarzı.
VEKİLLİLİĞİNİZDE HÜKÜMETTEN BAĞIMSIZ BİR GÖRÜNTÜ ÇİZDİNİZ Mİ?
Parlamenter sistem içinde bir hükümet sorumluluğu taşırken milletvekilli olmanın veya bakan olmanın elbette vicdani, ahlaki ve politik sorumlulukları var. Bu sorumlulukları dikkate aldığınızda tam bağımsız hareketin anlamı kalmaz. Nihayetinde hem partinize hem hükümete hem de halka karşı sorumluluklarınız var. Bunun idrakinde olmak lazım.
Hükümete karşıtlık veya bir iç muhalefet gibi kamuoyunda algılanmayacak şekilde partimin özgün görüşlerini de kamuoyuyla paylaştım. Zira hükümet sorumluluğu sizin farklı bir siyasi parti olduğunuz gerçeğini de ortadan kaldırmamalı. Kendinizi başkalaşmadan ifade etmelisiniz.
Hükümet ortağı olmanız ortağı olduğunuz siyasi partilerin dünya görüşünü aynen benimseme davranışı kabul edildiği anda ise siyasetinizin dayanağı ortadan kalkar. Böyle bir muvazaa tehlikelidir. Bugüne getirdikleri kolaylık yarın çıkaracakları imkânsızlıklarla size ödetilebilir.
Unutmayalım ki siyasi partiler arasında değerler ve çıkarlar üzerinde bir rekabet te vardır. Bu bakımdan bir yandan hükümet sorumluluğunu yürütmek diğer yandan da bu rekabeti başkalaşmadan sürdürmek gerekir. Elbette muhafazasını istediğimiz çerçevelerin içinden meselelere bakmak gerekiyor. Mümkün olanı millet menfaati için yapmak öncelikti.
Kaldı ki hükümet ortağı olduğunuz dönem olağanüstü şartlara sahip önemli sorunların biriktiği ve sadece parti menfaatinin öncelenemeyeceği bir dönemdi. Hükümet ortaklığını ayrıca dönemsel şartları dikkate alarak değerlendirmek gerekir.
Diğer taraftan hükümet ortağı olmak sorumluluğunu üstlenen bir ortak olarak kamuoyuna mesaj verirken, partimizin özgün görüşlerini paylaşırken, aynı zamanda kendi iç ve kurumsal dünyanızda da muhasebe ve değerlendirmeler, katkı sağlama gayret ve arayışlarım sorumlulukla ortaya konulmuş, usulü dairesinde yapılmış ve iletilmiştir.
Zira önemli olan parti ve hükümet politikalarında etkili olabilmektir. Sizin farklı bireysel tespit ve değerlendirmeleriniz ancak bu etkinliği sağlamanız halinde anlamlı olur. Bunun sonuçları ise ayrı bir mevzu. Zaten toplumsal yaşamdaki anlam, gösterge ve değerlerin üretim ve iletim süreci sizi farklı bir pozisyona da getiriyor.
Hayatımın bilgi, tecrübe, fikir, ahlaki ve politik ideallerimin hizmetinde anlam kazandığı bilinciyle iç dengemi ve kendime olan saygımı korumaya gayret ettim.
Muhafaza etmek istediğiniz çerçevede düşünülemeyeni düşünmek ancak mümkün olanın sınırları içinde hareket etmek…
ULAŞTIRMA BAKANI OLDUĞUNUZ DÖNEMLERDE KARŞILAŞTIĞINIZ SORUNLAR VAR MIYDI?
Takdir edersiniz ki çok kritik bir dönemde hükümet ortağı olduk. 1990'ların çok önemli yapısal sorunlarıyla 2000'lere geldik. Bu sorunları ötelemek değil çözmek için sorumluluk üstlendik. Ben de bu dönemin kritik safhasında Bakan oldum. 2001 ekonomik krizi ve sonrası dönem Türkiye için çok kritikti. Aslında bir önceki sorunuza verdiğim cevap gibi sebebi olmadığınız bir krizde ülkeyi yönetme sorumluluğunuzu yerine getirmek durumundasınız. Dolayısıyla şikâyet etmek, krizi derinleştirmek yerine mümkün olanın gereğini usulünce yerine getirmek gerekiyor. Bir taraftan kriz boyunca kamu harcamalarının artmaması için tasarruf etmek diğer yandan da Türkiye'ye hizmet etmeniz gerekiyor. Ve bu hizmeti yerine getirirken hükümetin farklı partilerden olmasının getirdiği karar sürecini de yönetmeniz gerekiyor. Hem de bir iç çekişme ve rekabeti kamuoyuna aksettirmeden bunu yapmanız gerekiyor. Elbette kolay bir süreç değildi.
IMF Programı ve koalisyon elbette sizi sınırlıyordu. Ancak bunlara rağmen kendi özgün konumunuzu da muhafaza etmeniz de gerekiyordu. Öte yandan hükümetin bir koalisyon olduğu gerçeği karşısında medya parti farklılıklarını vurgulayan görüş ve tutumları odağına alabiliyor, bu iç farklılıkları kullanabiliyordu. Şüphesiz böyle bir ortam, kriz gerçeği de dikkate alındığından daha da özenli olmayı da zorunlu kılıyordu.
Mesela makama bir dolmakalem alımınız bile medyada haber yapılabiliyor ya da söylemler farklı mecralara çekilerek siyasi kırılganlıklar körüklenebiliyordu. Böyle bir ortamda bakanlık yaparken şüphesiz siyasi sorumluluğu yerine getirmek elbette önemli.
Bir taraftan Türk Telekom'un özelleştirilme sürecinde IMF'in tutumu diğer yandan Türk Telekom'u ticarileştirerek rekabetçi bir haberleşme sektörünün içinde güçlendirmek ve bunu dış dünyada güçlü aktör haline dönüştürmek isteğim arasındaki farklılığı yönetmek…
Özelleştirmenin yapılması için bastıran IMF temsilciyle bu konuda yaptığım uzun toplantıda kendisine sen özelleştirmeden anlar mısın diye sordum. Bir şirket önce ticarileşmeli, sonra piyasa tekelden çıkmalı, rekabet oluşmalı dedim. Bunlar olmadan özelleştirme sadece mülkiyet devridir dedim. Sonuçta IMF ile yaşanan gerilimlerin kritik bir döneminde krizin derinleşmesine yol açabilecek bir anlaşmazlık ve çatışma ortamına sürüklemeden ticarileşme ve rekabetçi bir piyasa oluşması için kendi stratejimi uygulamak amacıyla pozisyon oluşturdum. Hatta o dönemde Türk Telekom'un Bulgaristan Telekom’un özelleştirilmesi ihalesine bir özel sektörle girmesi konusunu İstanbul'a gelen Bulgaristan Bakanı ile görüştüm ve mutabakata vardım. Ukrayna ve Gürcistan Telekom piyasalarına da girmesi için girişimlerde bulundum. Vizyonum Türk Telekom'un etkin ve verimli olarak çalışan ticarileşmiş bir şirket olarak rekabetçi bir iç piyasada rol oynaması ve gelişen haberleşme sektörünün güçlü bir küresel aktörü haline gelmesiydi. Maalesef daha sonra bu vizyonum yerine işletme imtiyazı %55 hisse satışı yoluyla özelleştirme gerçekleşti.
Bir taraftan kriz sürecinde sorumluluğunu yerine getirmek diğer yandan da ulaştırma vizyonumuzu gerçekleştirmek için adım atmak.
Gerçekten de üretken ve verimli olmayan kamu harcamalarını kısıtlarken diğer yandan da kaynaklarımızı daha verimli ve üretken alanlara yöneltmek gerekiyordu.
Mesela Marmaray Boğaz Tüp Geçişi ve Gebze-Halkalı Banliyösünü metro standartlarına yükseltme projesi… Bu projenin kredisiyle yapılacak Mühendislik İhale Sözleşmesinin Maliye Bakanlığınca onaylanması için yürütülen proje. Mesela o zaman Sayın Sümer Oral Maliye Bakanıydı. Bunun onaylanma sürecinde çok görüştük. Farklı bir partidendi ve maalesef bürokrasi arzu ettiğimiz sürede hareket etmek konusunda yeterli değildi. Bir süreç aldı onaylatmamız. Hatta Sayın Sümer Oral daha sonra bizim partiye girdi. O zamanlar iktidar olan AK Parti bu projeyi sadece kendileri getrmiş gibi ifade ediyordu. Sayın Oral bu proje için -beni kastederek- “nasıl mücadele ettiğini ben Maliye Bakanı olarak şahit oldum” demişti. Marmaray projesinin ihalesini Temmuz 2002'de yapmıştım.
Ankara-İstanbul hızlı tren projesi… İhaleyi yaptık, ama kredinin onaylanması gerekiyordu. Maalesef Hazine Bakanı başka partidendi ve bürokrasi bu onayı sağlama konusunda çok yavaştı. Bunun onayı için epey mücadele ettim. Sonuçta ikna ettim. Onaylandı ve süreç başladı.
Bir yandan uçuş yapılmadığı için atıl havaalanlarıyla ilgili tasarruf tedbirlerini almak hükümet programı için gerekliydi. Ama vizyonuma göre ülkenin varlığı olan bu havaalanlarının işletilmesi de gerekiyordu.
“Haydi devlet, sen bunu yap” denilmiş hava alanları yapılmış ama oralara uçuşu gerçekleştirecek bir planı da temin etmemişiz; dolayısıyla atıl kalmış. Âtıl havaalanlarına yapılan cari harcamaları kısıtlamak gerekirken, bunların bir varlık olarak işletilmesini hedefleyen bir vizyon da gerekliydi.
Mesela atıl havaalanlarını çalıştıracak şekilde iç hat uçuşlarını artıracak Türk Jet projesini hazırladım. TOBB'la bu konuda sözleşme imzalandı. Daha sonra özel sektörün bu piyasada yer almaları için girişimlerde bulundum. Kritik dönemler aşıldı malumunuz şu anda kamu Anadolu Jet projesiyle özel sektör başarılı olarak piyasada devam ediyor.
Mesela Bakan olarak Bakanlığın ilgili kuruluşunu ilgilendiren ekini uygun görmediğim bir Bakanlar Kurulu kararını imzalamaktan imtina ettiğim de, düşüncelerimizi karar oluşturma aşamasında dile getirdiğim de olmuştur. Bakanlar sonuç itibariyle kendi sorumluluklarını üstlenme durumundalar. Bu görevlerini yerine getirirken en uygun olan bir kararın oluşmasına da özen göstermeliler.
Bunlar bazı örnekler. Aslında bütün bunları medyanın bu farklılıkları kullanmasına imkân vermeden yapmak da önemliydi. Bunları bugüne kadar hiç basında paylaşmadım.
Gördüğünüz gibi gerçekten hem genel ortamın varlığı hem de politik farklılıklar içinde süreç yönetimi kolay değil.
Aslında bu sorunuzun cevabı da önceki sorularınıza verdiğim siyaset felsefesiyle ilgili cevabın yansıması. Böyle bir süreçte "düşünülemez olanı düşünmeye, ancak gerçekçi olarak mümkün olanın sınırları dahilinde hareket etmeye" güç veren aktif umudu ortaya koymaya gayret ettim.
ESKİ ULAŞTIRMA BAKANI OLARAK ATATÜRK HAVAALANI HAKKINDA DÜŞÜNCENİZ NEDİR?
Aslında bu sorunuz kalkınmayı sağlayan en temel unsurlarla ilgilidir.
Ekonomik alanda kalkınma, rekabet gücüne sahip gelişmelerin doğurduğu bir vetiredir. Bir ülkenin sahip olduğu kaynaklar işlenerek, bu süreç sonunda bir varlığa dönüşmektedir. Ancak bu kaynağın varlığının rekabet gücünü artırdığı söylenemez.
Rekabet gücü temin eden gelişmeler ise, sahip olduğumuz veya satın aldığımız kaynakların daha iyi kullanılmasını öğrenmekle sağlanabilir. Sahip olduğumuz kaynakları daha iyi kullanmak, işleri daha iyi yapmak verimlilik artışından başka bir şey değildir.
Sermaye yatırımlarının etkinlik parametresinde %1’lik bir artış, ekonomik büyümede kamu harcamalarının aynı oranda artışından tam 7 kat daha fazla bir etki yapmaktadır.
Yapılan tespitlere göre, rekabet edici özelliği olan gelişmelerin %60’ı kaynakların daha iyi kullanılmasını öğrenmekle oluşmakta, diğer %40’ı da bu kaynaklara yatırım yapmakla sağlanmaktadır.
Türkiye ekonomisine baktığımızda, halkımızın ürettiği kaynakları verimli bir şekilde kullanabiliyor muyuz? Çünkü, bize düşen görev, halkımızdan aldığımız kaynakları verimli bir şekilde kullanarak rekabet gücünü oluşturmaktır.
Böyle bakıldığında Atatürk havaalanının daha iyi kullanılmasını sağlayacak etkililiğini artıracak bir yaklaşımın uygulanması ile ihtiyaçlar ve piyasanın gelişmesine paralel yeni havaalanı projelerine yatırım yapılması arasında Türkiye'nin kaynaklarının verimli kullanması bakımından değerlendirmesi acaba yapıldı mı?
Bir sanayiye sahip olabilirsiniz ancak kapasitesini kullanmadığınız ve teknolojini yenileyemediğiniz sürece bunun rekabet gücü sağlaması mümkün değildir.
Üniversitelere sahip olabilirsiniz. Ancak bilgi üretmek, araştırma yapmak, genç insanları eğitmek sürecini yönetemiyorsanız rekabet gücü sağlamaz.
Unutmayalım ki kalkınma sadece varlık sahibi olmakla değil aynı zamanda varlıkları daha verimli kullanmakla sağlanır.
Bu bakımdan tartışması yapılan bir yeni yatırım ile sahip olduğunuz varlığın verimli kullanılması arasında mukayeseye dayalı olarak yapmak gerekir. Yenisini yapmak ve var olanı yıkmak arasındaki tercihin somut verilere dayalı olması gerekir.
Ulaştırma Bakanlığımdaki zorluklarla ilgili sorunuza verdiğim cevap aslında bu konudaki tercihin dayanması gereken esası da ortaya koyuyor. Bir taraftan atıl havaalanları yapmak, diğer taraftan bu atıl havaalanlarına harcama yapmak diğer yandan da bu havaalanlarını verimli kullanacak politikaları harekete geçirmek arasında bir tercihle ilgili.
Önemli olan milletin kaynaklarını verimli kullanıp refahına katkıda bulunmak.
İşte milletin kıt kaynaklarını kullanırken sahip olduğunuz varlıkları verimli kullanmaya öncelik vermeniz gerekir. Ben Bakanlık döneminde Atatürk havalimanının verimli kullanılması, kapasitesinin artırılması için yatırım yaptım. Üçüncü bir paralel pist açıldı, yeni dış hatlar terminali devreye alındı. Yeni apron yapıldı. Hava limanı eğitim tesisleri yapıldı. İstanbul’un gerek yolcu gerekse uçak kapasitesini arttırıcı ve aynı zamanda işletme ve elektronik yapısına yönelik tüm yatırımları eksiksiz gerçekleştirilerek tüm tedbirler alınmıştı.
Atatürk havalimanının yükünü hafifletmek için Çorlu ve Sabiha Gökçen Hava Limanlarının daha fonksiyonel kullanılması için çalışmalar yapıldı.
Bu bakımdan sahip olduğunuz varlıkları verimli kullanılmasını sağlamak gerekir. Kıt kaynaklarınızı rekabet gücünüzü, üretimi artıracak yatırımlara öncelikler esasına göre yönlendirmeniz gerekir.
SOSYAL MEDYA SİYASET İÇİN ETKİLİ BİR ARAÇ MIDIR?
Olumlu veya olumsuz elbette etkisi vardır. Gündemimizde tartışılan sorunlar veya konular hakkında siyaset bir pozisyon alır. Artık bunlar siyasi rekabetin bir unsuru olur. Ve böylece tartışma bu pozisyonlar etrafında yoğunlaşır. Siyasi tercihimize göre soruna ve konuya bakarız. Artık sorun ve konu değil siyasi pozisyon tartışılır. İşte sosyal medya bu pozisyonları ortaya oymak için oldukça etkilidir.
Pozisyonlar aslında “buzdağı"nın görülen kısmıdır. Oysa bir sorun ve konunun çözüme kavuşması ve onun hakkında bir tercihte bulunmak için arkasındaki menfaat ve ihtiyaçları bilmek gerekir. Bunlar ortaya konmadan siyasi pozisyonu savunmak "bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşmek"tir. Ve bilgi sahibi olmadan yapılan tartışma yapılsın-yapılmasın, gitsin-gitmesin, gelsin-gelmesin kutuplaşmasına döner. Ve bütün bunlar sosyal medyada beğeni yarışına veya trenttopic konusuna dönüşür. Veya oldukça derin ve hararetli bir tartışma içine sokar. Herkes bu pozisyonda tavrını belirleme yarışına girer.
Siyasi pozisyonu meşrulaştırma söylemleri ile oluşturulan algı ise bizi gerçek ötesini tercihe götürür. Böylece doğru ve yararlılıktan ziyade kendi inancına veya düşüncesine ya da taraftarlığına uygun görüşleri alıp ötekileri dinlemez. Bir toplum, çoğunlukla gerçek ötesini tercih ediyorsa orada sorunların gerçek çözümleri bulunamaz.
Toplumun gerçek ötesini tercih etmesi, siyasetçi açısından tercih edilebilir. Özellikle gerçeğin siyasetçinin pozisyonundan kötü göründüğü ortamlarda insanların durumun iyi olduğuna inanmaları siyasetçinin güç kaybetmemesini sağlayabilir. Ne var ki bu, uzun vadede toplumun ve sistemin aleyhine gelişmelere yol açar.
Gerek tartışılan konuların gerekse bunlar hakkında siyasetin aldığı pozisyonun arkasındaki ihtiyaç ve menfaatler ortaya konmadan sağlıklı tercihlerde bulunmak mümkün değildir. Olay ve gelişmeleri sorgulamak ve bunlar hakkında akıl yürütmek ve sorumluluğu yerine getirmek için bilgi ve fikir eksenli siyasete ihtiyaç olduğu açık.
Sadece propaganda, ikna, abartılı yergi ve abartılı övgü bizi doğruluk ve yararlılıktan uzaklaştırır.
Şu halde belki de en önce sorgulamamız gerek husus; içinde yaşadığımız sistemin tartıştığımız konular hakkında ne kadar bilgi ürettiği ve ne kadar bilgi iletişimi yaptığıdır. Ve şüphesiz bu tartışmaların ne kadarının bilgiye dayalı olduğunu ortaya koyduğudur.
Bu sorunuz kapsamında şunu ifade etmeliyim ki sosyal medya siyaset için etkili araç ama maalesef sosyal medya aynı zamanda kutuplaşmayı, seferber edilmiş manipülasyonları maalesef hakaret, kin ve nefreti yaygınlaştıran bir araç olarak da kullanılabiliyor.
Şu soruyu sormak lazım genellikle şiddetli terimlerle ifade edilen muazzam miktarda kin ve nefret, yalnızca bu ifade araçlarından önce mi geliyor? Yoksa yeni ifade araçları, denizden çıkan Venüs gibi, onları insanların beyinlerinden mi yarattı?
Sosyal medyanın bu kadar yaygınlaşmadığı bir ortamda hepimiz elbette ortaya koyduğumuz siyasetle ilgili geri dönüşler aldık. Bu geri dönüşler çoğunlukla kibar ve mantıklı oldu. Elbette anlaşmazlık vardı ama hakaret yoktu, bilinir değildi belki de.
Hatırlarsanız siyaset dünyasının önde gelenleri de medyada birlikte olup görüş ve düşüncelerini paylaşırdı. Ancak sosyal medyanın yaygınlaştığından bu yana doğrudan değil de dolaylı aktörlerin etkin olduğu ve "için" ve "karşı" pozisyonları desteklemek daha aktif oldu. Belki de kendimizi başkalarına anlatmak değil de kendimize anlatmak öncelik oldu. Oysa "Anlarsa uzağım yakın olur, anlamazsa yakınım uzak olur" sözü uyarınca birbirimizi anlamak iyiyi ve doğruyu bulmak gerekmiyor mu?
Bilgi sahibi olmadığımız şeyin peşinden nasıl gidebiliyoruz?
Elbette bilgili her zaman haklı değildir. Ancak bilgisi olan, açık ve sakin bir şekilde yazan birilerine bile tahammül edilemiyor. Sosyal medya maalesef "iptal kültürü"nün yaygınlaşmasını da sağlıyor.
Bilemiyorum ama sosyal medyanın "safraların" atıldığı bir araç olarak kullanılmasının gerçek dünyaya etkisi konusunda düşünmek gerekir.
Sosyal medya yalnızca yankı odaları yaratmakla, yalanları yaymakla ve aşırılıkçı fikirlerin dolaşımını kolaylaştırmakla kalmıyor. Aynı zamanda, yapay sosyal ağları gerçek ağların yerine koyarak insan iletişiminin ve sosyal uyumun temellerini sarsıyor olabilir.
Maalesef sosyal medyada fikir alışverişinin yapılamaması, görüntü veya tutum alışverişinde bulunulması giderek siyaset dünyasını da çölleştirmeye götürüyor.
"İletişim kuramayan, karşılıklı anlayışsızlığa mahkûm" bir toplumsal iletişimle hakikate nasıl ulaşacağız?
Hakikat arayışını baltalayan ve insan ruhlarının gelişimini sınırlayan akılsız homojenlik ve yabancılaşma, büyük ölçekli birlik için ödenemeyecek kadar yüksek bir bedeldir.
Gerçeğin bir ilgisizlik denizinde boğulması halinde siyasetin gerçeğe ulaşma yolunda akıl ve sorgulama yapması da anlamsızlaşabilir.
Sosyoloji profesörü Nicholas Carr "Sosyal medyada bir ilgi patlaması, bazen bir etkinlik patlaması yaşayabilirsiniz, çünkü yalnızca bir bağlantıya tıklayarak veya bir şeyi retweetleyerek veya bir hashtag kullanarak katılanı hissetmek çok kolay"
Ancak “Belirsiz olan şey, sosyal medya aktivistlerinin uzun vadeli bir değişim kampanyasını sürdürme yeteneğine yardımcı olup olmayacağıdır.” “Bu, siyasi söylemin ciddiyetini, büyük sorunları çözme yeteneğimizi bir şekilde engelleyebilecek şekilde azaltabilir, hatta küçültebilir.” diyor.
Sosyal medyanın yanlış bilgilendirmenin çok önemli siyasi ve sosyal etkileri olduğu açıktır. Aslında bu çok önemli bir mecradır. Sosyal medyanın vatandaşların tutum, davranış, ilişki ve fikirleri üzerinde yapılan bilgi savaşının meydanı olduğu da unutulmamalıdır.
Elbette ben de sosyal medyayı kullanıyorum. Milliyetçi dünya görüşüm ve siyasi geçmişim var. Bir fikri siyasetin içinde hep var oldum. Dünyada ve ülkemizde gelişen olayları değerlendiriyorum ve fikirlerimi ifade ediyorum. Sosyal medya benim için önemli bir araç. Bu aracı kullanırken bir konumdan ziyade bilgiyi, nedenleri üzerinde akıl yürütüyor ve sorguluyorum. Bu durumda bilgi ve fikir ekseninde katkımı topluma sunmak için en önemli mecra sosyal medya. Bu paylaşımlarımı yaparken "karşı" veya "için" pozisyonlarını değil bilgi ve fikirlerimi paylaşıyorum. Şüphesiz soysal medya paylaşımları kısa ve öz olmasının ilgi çektiği bir ortamdayız. Sonuçta fikir paylaşmak, bilgi, delil ve gerekçelerini ortaya koymak ise biraz daha hacimli olabiliyor. Ben de bilgi ve fikir eksenli paylaşımlarla aydınlatma görevimi yerine getiriyorum. Bundan sonuç çıkartacak olan ise takipçiler.
CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİNİ NASIL BULUYORUNUZ, PARLAMENTER SİSTEME GEÇİNİLMELİ Mİ?
Bir sistemin sağlıklı çalışması elbette sistemin gerektirdiği yapının kurulmasına kurum ve kuralların çalışmasına bağlıdır.
Mesela Max Weber de plebisiter bir lider seçimini benimsemiş, ancak bu sistemin sağlıklı sonuçlar doğurması için parti kademelerinin güçlü, tecrübeli ve bilgili, devlet makamlarının liyakat ve basiretli kadrolardan oluşarak liderin doğru karar almasını sağlamasını bunun yanında parlamentonun kendi bilgi kaynaklarına dayalı olarak güçlü bir denge ve denetim oluşturması gerektiğini ifade etmişti. Acaba sistemin bu unsurları sağlanmış mı?
Bir hükümet sistemi hakkında tercihiniz sonuçta bir sistem içinde yer alan kurumlara ve kurallara verdiğiniz yüklem ve anlamla çok ilgilidir. Aslında bir yönetim sistemi sonuç itibariyle egemenlik sosyolojisiyle ilgilidir. Egemen ya da egemenler ile egemenlik altındakiler arasındaki ilişkilerle, siyasal görevler için rekabet mücadelesi ile ilgilidir.
Öte yandan bir yönetim sistemi aynı zamanda demokrasi anlayışınızın da bir yansımasıdır. Demokrasi, haklar, usuller, kurumlar içerisinden geçerek birçok birbirine zıt çıkar ve fikrin anayasaya uygun olarak bir araya getirilmesi mi, yoksa demokrasi, ortak çıkarı olan halkın kendisiyle türdeş olan ve kendi benliğini ifade etme kapasitesine sahip olan kişide ortak çıkarların vücut bulması mıdır? Demokrasinin otoritesi mi, yoksa otoritenin demokrasisi mi?
Başkanlık sistemi, parlamentarizm veya ikisinin bir karması; tek turlu veya iki turlu seçimler; her durumda sorun aynıdır: yasalarla kurumların hangi bileşimi, bir toplum içinde birbiriyle rekabet halindeki çıkarları barışçı ve demokratik kanallara yöneltecektir?
Unutmayalım ki sistemler kadar sistem içinde yer alan kurumların işleyişi ve kuralları önemlidir. Eğer dengeler, kurum kapasiteleri ve işleyişleri sağlıklı olmadığı takdirde hangi sistem olursa olsun sağlıklı sonuçlar doğurmaz. Kurumsallaşma olmadan artan siyasal katılım demokrasiden daha ziyade istikrarsızlığa ve çatışmaya kapı aralar.
Öte yandan devletlerin başarısında en önemli faktörlerden birinin de “siyasal sistemin planlanması”dır. Bu bakımdan bir hükümet sistemi bu sistem içinde yer alan kurumsal yapıları, seçim sistemleri ve nihayetinde siyasi partileri kavrayan bir bütünlük içinde ele alınmalıdır.
Öte yandan devlet yönetim sistem tercihin dayandığı tarihi süreç ve tecrübeler olmalıdır. Türk milleti olarak bir kültürün, medeniyetin sahibi olarak tarihin her kesitinde ve yaşadığı her coğrafyada organizasyonlar oluşturmuş ve bunların dayandığı temel ilkeleri belirlemiştir. Aslında kurulan her organizasyonun, varlığı ve güçlenmeyi sağlayan her ilkenin arkasında bir düşünce, tecrübe ve kültür vardır. Tarih boyunca varoluşun arkasında bir anlayış, bir kavrayış ve aynı zamanda bir yenilenme vardır. Aslında bugün bize miras kalan sadece vatan değil, tecrübedir, fikirdir, kültürdür, medeniyettir.
Aslında bugün de sistem konusu bir kutuplaşmanın parçası haline geldi. Türkiye enerjisini sürekli bir sistem tartışması içinde tüketmeden politik meşruiyeti kabul edilen bir sistem oluşturmanın demokrasimizin ve toplumsal hayatımızın çok önemli bir gereğidir.
Şüphesiz devlet yönetim sistemi kadim Türk devlet yönetim gelenek ve tecrübesini ve çağdaş yönetim anlayışını kavramalı ve kapsamalıdır. Bu durumda asıl sorulacak soru bence nasıl bir yönetim sistemi bunları sağlar?
Sonuçta elbette yönetim sisteminin işleyişi sorgulanmalı ve yenilenmelidir.
Bu bakımdan sorunuza verilecek cevap bir yönetim sistemi tercihinden öteye yani bir sonuçtan ziyade bir sistemin dayanması gereken değerler olmalıdır.
Yürütme odaklı bir hükümet sistemi ile parlamento odaklı bir hükümet sistemine daha önce ifade ettiğim kadim değerler ve devlet yönetim geleneğimizle çağdaş yönetim anlayışı içinde geleceği de kavrayacak şekilde nasıl bakmalıyız?
Ben yönetim sistemimizin ve bu sistem içinde yer alan kurum ve kuralların yenilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette her sistemin sağlıklı çalışması için gerekli şartların oluşması gerekir. Öte yandan da sadece sistemin kurulması değil bu sistem içinde yer alan kurumların ve kuralların sağlıklı çalışmasını sağlamaktır. Eğer bu sağlanmazsa sistemin çalışması veya arzu edilen sonuçları sağlaması da mümkün olmaz.
Aslında nasıl bir yönetim sorusunun cevabını Türk devlet geleneği ve kadim düşünceler ile çağdaş yönetim anlayışı içinde bulmak gerekir. Arkasında olan düşünceleri burada ifade etmemin bu röportajın amacını ve hacmini aşacağından aşağıdaki tercihlere cevap bulmamız gerektiğini düşünüyorum:
• Yasaların düzenlenmesinde, her çeşit kurumda, yönetimin genel ayrıntılarında, genel eğitim ve ekonomi konularında milli egemenlik esasları içinde yürünmesi.
• Türk Milleti'nin kültür ve devlet felsefesi milli bütünleşme ve milli demokrasi ülküsü çerçevesinde milletin, siyasi, kültürel ve iktisadi yönetime katılması, siyasi, kültürel ve iktisadi hâkimiyetin millete ait olması.
• Devletin üç temel gücü olan yasama, yargı ve yürütmenin kendi içinde millî egemenliğe karsı sorumsuzlaşmaması ve halkın katılımının sağlanması; bu güçlerin çatışması veya tekelleşmesinin önlenmesi.
• “Devlet” ile “devlet adamı”nın birbirinden ayrılması, “devlet benim” demeye elverir bir yapı olmaması, yönetenin devletin sahibi değil, memuru olduğunun sağlanması.
• Yürütme gücünü kullananların sorumluluğunun olması, denge ve denetime tabi kılınması.
• İktidarın şahsileşmesi, devletin kişi çerçevesinde şekillenmesi tehlikesinin önlenmesi.
• “Mülk”ü insanı kendi kendisinin efendisi yaptığı özgürlükler alanı olarak anlayıp temel hürriyetleri dikkate alan yönetim olması, yönetime bırakılan "emanet"in adil yönetimi ve eşitliği kapsaması.
• Ahlak ve yasaların devlet yönetimini sınırlandırması.
• Yönetimin dayanması gereken esasları ve sorumlulukları göz ardı eden sadece otoriteye bağlılık olarak tek taraflı olarak gören bir yönetim anlayışının önlenmesi.
• İktidarın piramitsel ast-üst ilişkisine göre değil, karar verme yetkisinin paylaşılmasına, emri altındaki hiç kimsenin kendini kukla konumunda hissetmemesine göre düzenlenmesi.
• Toplumun birlik ve dirlik içindeki varlığının ve sürekliliğinin sağlanması için iktidarın yasa ve ona dayanan adalete dayanması ile iktidarın toplumu oluşturan her bir ferde aynı mesafede olması.
• Devlet meselelerinde istişareye, mazlumların şikâyetlerini dinleyip cevaplar vermek ve haklarını teslim etmeye dair halka açık, katılımcı ve sorumlu bir yönetim anlayışı.
• Akılların ve zihinlerin bir konuda toplu hâlde işletilerek katılımcılığın sistem içinde sağlanması.
• Liyakat ve basirete dayalı bir kamu yönetimi anlayışıyla oligarşik yapılanmanın dışlanması.
• Milletin teşkilatlanmış hâli olan devletin, milletin emaneti olan makamlarının liyakat ve basiret yerine ganimet ve mülkiyet anlayışıyla yönetilmesinin önlenmesi.
• Halka dayanarak siyasi yetkiyi kullananın bu yetkisini hangi amaçlar ve hedefler için kullanacağına ilişkin temel ilkeleri belirleyen bir toplum sözleşmesinin kurulması.
• Demokratik kurumlar bağlamında birlikte çalışmaya, tartışmaya, diğer vatandaşlarla iletişim kurmaya ve işbirliği yapmaya müsait olması.
• Kamunun haklarını koruma ve adaletin tahakkuku için etkin olan bilgi sahibi sivil inisiyatif sahibi olanların sistem içinde etkin kılınması.
• Yasama, yürütme ve yargı faaliyetleri hakkında halkın bilgi edinme gücü olan medyanın sorumlu ve etkin kılınması.
• Cumhurbaşkanının tarafsızlığı, hakem rolü üstlenmesi, diyalog, milli politikalar konusunda uzlaşma sağlaması.
• Siyasi partilerin üyeleriyle ilişkisinin, karar alma süreçlerinin, politika geliştirme mekanizmalarının ve bu süreçlere katılımın, parlamenter grup verimliliğinin, parti yetkililerinin ve kamuoyunun parti politikalarını ilerletme çabalarından haberdar etmenin etkinleştirilmesi
• Parlamentonun sonsuz müzâkerelerle kilitlenecek siyasal birleşimlere evrilebilecek kurum olmaktan çıkarılması.
• Parlamentonun çoğulcu niteliği ile karar veren mekanizma arasında bir dengenin oluşması.
• Parlamentonun bütçe ve partilerin uzlaşmasını sağlama işlevi gibi, kontrol, müzakere ve yöneticiyi seçme işlevlerinin güçlendirilmesi.
• Karar verme sürecinin etkin ve çevik kılınması.
• Milletin kendi yararlarını korumak için lazım olan vasıfları, meziyetleri toplamış vekilleri seçmesi.
• Milletvekillerinin güce ve sorumluluğa sahip kılınması.
• Bürokratik egemenliğe karşı bir denge unsuru olarak parlamentonun kendisinin bilgiye ulaşma kapasitesinin güçlendirilmesi.
• Parlamentonun yasama, denetleme, dengeleme, sorgulama araçlarının etkin kılınması.
• Türk devlet/yönetim geleneğinde yöneten-yönetilen ilişkilerinin önemsendiği hesap verebilirlik/şikâyet mekanizmalarının etkin kılınması.
• Yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin müzakereye ve birlikte hakikati aramaya mecbur bırakılması; devlet yaşamının aleniyetinin bu kuvvetleri yurttaşların kontrolüne tabi kılması; basın özgürlüğünün yurttaşları hakikati aramaya ve bunu kamu kuvvetlerine bildirmeye teşvik etmesi.
Ben bir sistem tercihinde bu hususların nasıl sağlanacağı üzerinde düşünülmesi gerektiğini ifade ediyorum.
Sistem ve bu sistem içinde yer alan kurumları yenilememiz gerektiği açıktır. Şüphesiz böyle bir yenilenmeyi sağlamanın en sağlıklı yolu bu konuda bir diyalog ve uzlaşmadır. Artık sistem tartışmaları içinde enerjimizi tüketmek yerine sistem içinde devleti yönetmek ve millete hizmet etmek yolunda rekabet olmalıdır. Unutulmasın ki sistem kadar sistemin yönetilmesi de önemlidir. Bu durumda gerek kadim medeniyetimiz, gerekse cumhuriyetimiz ve çağdaş gelişmeler ışığında hayatımızın uzun vadeli yolunu nasıl şekillendireceğini düşünmenin zamanıdır. O zaman ne yapmak lazım?
2023 SEÇİMLERİNDE CUMHURBAŞKANI ADAYI OLARAK KİMİ GÖRMEK İSTERDİNİZ?
Ben bu safhada kişisel değerlendirme yapmayı uygun bulmuyorum. Kaldı ki adaylık konusu siyasal tutumlara da bağlıdır. Neticede adaylar siyasetin en önemli ve varlık sebebi olan iktidar olma mücadelesinin baş aktörüdür mevcut sisteme göre. Bu durumda kimin aday olması yerine beklentimiz iktidar olmak isteyenin bizi nereye götüreceği hususu olmalıdır. Yani kişilerden ziyade fikirler olmalıdır.
Şüphesiz bu sorunuza verilecek cevap aslında sistem tercihine göre de farklılaşır. Zira başkanlık ve parlamenter sistem arayışlarına göre siyasetin farklılaştığı ve hatta kutuplaştığı bir süreçteyiz. Bu bakımdan bu iki duruşa göre Cumhurbaşkanında aranması gereken özellikler değişebilir. Sonuçta bu özelliklerin, sahip olduğu sorumluluğu yerine getirmek için önemli olduğu unutulmamalıdır. Ama sonuçta hangi sistemde olursa olsun böylesine önemli makamda bulunacak şahsiyetin yönetim tecrübesi ile dürüst ve ahlaklı olması elbette gerekli. Liyakat ve basiret, devlet makamlarında yetkili kim olursa olsun aranmalıdır.
Türk siyasal hayatında ve devlet gelenek ve tecrübesinde Cumhurbaşkanı makamının temsil anlamı ile Başkanlık sistemini yöneten makamın temsil anlamı arasında farklılıklar olduğu açıktır. Şüphesiz bu iki anlam arasındaki farklılık özellikle tarafsızlık, hakem rolü üstlenme, diyalog, milli politikalar konusunda uzlaşmayı sağlama bakımından önemlidir. Bir yandan Cumhurbaşkanına bu rolü atfetmek veya bunları beklemek diğer yandan bir siyaset odağı olarak değerler ve çıkarlar çatışmasının baş aktörü olmak nasıl sağlanacaktır?
Parlamenter sisteme geçiş öneren siyasal tutumun ancak mevcut sistemi yönetmek üzere bir Cumhurbaşkanı adayı belirleme durumunda kalması da söz konusu. Bu durumda siz muhtemel bir sistem değişikliğine göre aday belirlerseniz ve eğer bu sisteme geçilme konusu akamete uğrarsa sistemi nasıl yöneteceksiniz sorusunun cevap bulması gerekir. Veya halktan oy almış icraatçı biriyle parlamenter sistemi nasıl yöneteceksiniz? Veya mevcut sisteme göre bir makama talip olurken, bu makamın yetki ve sorumluluklarını kullanma iddiasını ortaya koymadan seçimde nasıl rekabet edeceksiniz?
Öte yandan Cumhurbaşkanı mevcut sisteme göre iktidarı oluşturuyorsa elbette Türkiye’nin sorunlarını çözüm yoluna sokacak bir program ve kadrosu olmalı.
Şu anda maalesef siyasal tartışmalar aday kimliğine odaklanmış gözüküyor. Hep beraber şu soruyu sormak lazım Türkiye için, Türk milleti için önemli olan aday mı yani kimin iktidar olacağı mı yoksa adayın neyi nasıl yapacağı mı? Şüphesiz aday elbette önemlidir. Ama her şey kişi midir? Vizyon ve ehliyet? Kadro? Program?
İktidarın kişiselleşmesi ciddi bir sorundur. Buna dayalı siyaset kişi ile duygusal iletişim ve etkileşim haline geldiği gibi kişiyi de kendi ilişkilerinden kopararak sorunları da kişisel düşünmeye zorluyor, yoksulluk, toplumsal baskı veya adaletsizlik gibi sosyokültürel etkenleri sorgulamaktan, değişme ve yüzleşme sancısından kaçınıyor.
Siyasetin kişiselleşmesi, kontrolü sağlamlaştırmasına karşı adım atılmasını, katılımcılığı zorlaştırır, kurumsal kontrolleri kaldırma yeteneklerini kolaylaştırır, toplumlarda kutuplaşmayı artırır. Öte yandan dış politikada kişiselleştirme ülkelerarasındaki ilişkilerin de ülke çıkarları ekseninde oluşmasını etkileyebilmektedir.
Adayda olması gereken nitelikler kadar bence adayın programı ve bu programı yönetecek, uygulayacak kadrosu önemlidir. Bunu düşünmek gerekir. 2023 önemli bir dönemeçtir. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. Yılı. Yani ikinci yüzyılına gireceğiz. Şüphesiz devleti ebed müddet anlayışı içinde Türk milleti için yeni bir yüzyıl. Hep 2023’e atıfta bulunuruz. Bu kafi midir? Bu dönemeçte kadim medeniyetimizin fikirleri ve cumhuriyetimizin kuruluş temelleri ile küresel seviyedeki gelişmeleri düşünerek geleceğimizi de düşünmek gerekmiyor mu?
Bence Türk siyasetinin aktörleri bilgileri kendi siyaset felsefeleriyle sorgulamalı, bunlar üzerinde akıl yürütmeli fikirlerini, vizyonlarını paylaşmalıdır. Türk siyaseti sonuçlar üzerinden bir hesaplaşma esasından çıkmalıdır. Bu sonuçları doğuran süreçler değişmeden sonuçlar değişir mi? Önemli olan sonuçları değiştirmekse nasıl yapmamız gerektiği daha önemli değil mi?
İşsizlik, gelir dağlımı bozukluğu, yoksulluk, enflasyon, fiyat artışları, adaletsizlik, eşitsizlik hep bir sonuçtur. Ama bunları doğuran sebepler, süreçler, tercihler vardır. Bunlar değişmeden sonuç nasıl değişir. Devlet ve toplumun kurumları vardır. Bu kurumları yenilememiz gerekiyor. Bence siyasi sorgulama ve akıl yürütme bu alanda olmalıdır.
100 yıl önce I.Dünya Savaşı başlamadan önce devletleri yönetenler sürecin bir dünya savaşına gideceğinin farkında bile değildi. Tarihçi Christopher Walker bu liderlere "Uyurgezer" demişti. Ama Uyurgezer olmayan bir Atatürk vardı.
Atatürk 1914 yılı başında Savaş akılda bile yokken şöyle yazmıştı:
“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”
İşte bu vizyonla milli egemenliğe ve bağımsızlığa dayalı milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Şimdi bize düşen görev İkinci Yüzyılda dünyada meydana gelen değişim ve gelişmeleri dikkate alarak cumhuriyetin temelleri istikametinde hareket etmek olmalıdır. Bu bakımdan eğer biz 2023 seçimlerine özel önem veriyorsak asıl olarak Türkiye'nin Yeniyüzyılında neler yapmamız gerektiğini düşünmek ve hazırlanmak olmalıdır.
İktidar gaye değildir. İktidar ancak bir fikrin yerine getirilmesini sağlamak için bir araçtır. Gaye fikirdir. İktidar, bir fikrin elde edilmesi ve hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin olsun ki bir yol açsın, bir yol açsın ki hakikate ulaşsın. Bu bakımdan muhtevadan uzak kişiselleşmiş bir seçim rekabeti bu hakikate ulaşmamıza hizmet etmez.
Bu bakımdan Cumhurbaşkanı seçiminin bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu hususların siyaset, aydın ve medya gündeminde yer alması gerekir.
Elbette mevcut sistemi yönetecek bir Cumhurbaşkanı seçimi yapılacak. Benim bu fikirlerim yapılması gerekenlerle ilgili. Elbette bunları yapacak olan bir şahsiyette önemli.
ALTILI MASANIN GÖREVİ ORTAK MUHALEFET OLUŞTURMAK MI?
Bu masada yer alan partiler hangi amaç için bir araya geldiklerini ortaya koymuşlardır. Koymaya da devam ediyorlar. Açık kaynaklardan edindiğimiz bilgiler ışığında şu değerlendirmeleri yapmak mümkün.
Farklı fikirleri olan partilerin buluşması aslında Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini yani yürütme odaklı bir sistemi yönetmek için yüzde 50+1 ihtiyacı siyasi partilerin bloklaşmasına doğru yöneltmektedir. Nihayetinde partilerin asıl amacı iktidar olmaktır. Zira bugünkü politik sistem içinde partilerin parlamentoda bulunması iktidar hedefine ulaşmayı sağlamaz. Bu sistem içinde iktidar içinde olmak nihayetinde Cumhurbaşkanlığını kazanmaktan geçmektedir. İki partili değil çok partili bir sistem içinde partilerin Cumhurbaşkanlığını kazanması için ittifaklar oluşturması sistemin bir sonucudur.
Şüphesiz bu partiler farklı olmasına rağmen üzerinde mutabakata vardıkları ya da tanımladıkları temel sorunlara çözüm bakımından da bir ortak çözüm arayışını ortaya koyma gereği de bu birlikteliğe yöneltmiş görünmektedir.
Esasında her ne kadar bu sistem içinde 50+1 alarak Cumhurbaşkanlığını almak istiyorlarsa da farklı bu partilerin bir araya gelişlerinin altında yatan temel saikin bu sistemin yerine parlamenter sistemi getirmek olduğunu da ifade ediyorlar.
Çok partili bir sistem olsa da sonuçta ikili bir yarışın yaşanacağı bir süreç olacak. Tabiatıyla kutuplaşmanın yaşandığı bir süreç içinde masada yer alan farklı taban ve değerleri olanların ideolojik kutuplaşmanın unsuru haline gelmeyecek aday optimizasyonunu sağlamaları da masanın ele aldığı bir konu olsa gerek.
Nihayetinde kutuplaşmanın yaşandığı bir ortamda siyasi partilerin bir araya gelmesi, uzlaşma ve diyalog arayışları kayda değer.
SİYASETE ATILMAYI DÜŞÜNÜYOR MUSUNUZ?
Aslında buna cevap vermek için siyasetten ne kastedildiğini bilmek lazım. Eğer bir fikir siyasetini kastediyorsanız ben 1970-71'den bu yana milliyetçi-ülkücü hareketin içindeyim. Bu fikri siyasetimi parti nezdinde sürdürme görevi için önce 1995'te aday oldum. Daha sonra da 1999 yılından itibaren parti siyasetinde milletvekili ve yönetici olarak görev yaptım. Şu anda aktif bir görevim yok. Ama elbette siyaseti takip ediyor, fikir ekseninde görüş ve değerlendirmelerimi sosyal medya üzerinden paylaşmaya devam ediyorum.
Aslında zaman zaman siyaset meslek olarak ifade edilir ya da algılanır. Ben siyaseti bir meslek olarak görmedim. Yani profesyonel olmadım.
Sosyolog Max Weber 28 Ocak 1919'da Münih üniversitesinde "Bir meslek olarak siyaset" konusunda bir konferans verir.
Weber şöyle diyor: “Ekonomik uğraşlar gibi politika da, kişinin yan faaliyeti de olabilir, mesleği de olabilir. İnsan, siyasal yapılar içindeki ya da arasındaki güç dağılımını etkileyebilmek için, "geçici" bir politikacı olarak politikaya karışabilir. Oy verdiğimiz ya da "siyasal" bir mitingde alkış tutmak, protestoda bulunmak ya da "siyasi" bir konuşma yapmak vb. gibi niyetler ifade ettiğimiz zaman hepimiz "geçici" politikacılarız.
İnsanın politikayı meslek edinmesinin iki yolu vardır. İnsan ya politika "için" yaşar, ya da politika "sayesinde" yaşar. Bu zıtlar birbirlerini dışlar diye bir şey de yoktur. Tersine, insanlar kural olarak, hem düşünce, hem uygulama düzeyinde ikisini de yaparlar. Politika "için" yaşayan kişi, içsel olarak, politikayı yaşam biçimi haline getirir. Ya sahip olduğu iktidarın çıplak mülkiyetinden hoşlanır, ya da yaşamının bir "dava"nın hizmetinde anlam kazandığı bilinciyle iç dengesini ve kendine saygısını korur.
Politikayı kendine sürekli bir geçim kaynağı yapmaya çalışan kişi meslek olarak siyaset "sayesinde" yaşar; bunu yapmayan, siyaset "için" yaşar.”
Evet ben siyaset sayesinde yaşayan değil siyaset için yaşayan biriyim. Yani siyaset benim geçim kaynağım olmadı. Siyaset benim için hizmet etmek istediğim değerler bakımından iç dengemi ve kendime olan saygımı korumak için var oldu.
Kaldı ki şu anda bilgi ve fikirlerimi paylaşarak "muhafazasını istediğim çerçeve içinde" milliyetçi siyaset felsefemle olayları ve gelişmeleri değerlendiriyorum. Bu siyaset felsefesiyle akıl yürütme ve sorgulama yapıyorum. Politik ve ahlaki açıdan ideal gördüğüm ve Türk milletinin menfaatleri için görüşlerimi paylaşıyorum.
Şüphesiz bilgi ve tecrübemle bu varlığımı şu anda aktif parti politikası içinde yürütme fırsat ve imkânım yok. Bilahare böyle ortam oluştuğunda elbette “Muhafazasını istediğim çerçeve" içinde düşünülmeyeni düşünerek "mümkün olanın sınırları" içinde Türkiye'ye hizmet etmek siyaseti düşünürüm. Şunu ifade etmeliyim ki bu arzumun objektif olmaktan çıkması ve tamamen kişisel bir arayış haline gelmesi de söz konusu değil.
Görelim mevlam neyler…
HİLAL BÜYÜKKAYA/ TURKTIME
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...