Mona Hatoum, Filistin asıllı. Beyrut’ta doğup büyüdü. Londra’ya sanat eğitimi almak üzere gitti ve orada yerleşti. Arter’de ve İstanbul’da ilk kez açılan Mona Hatoum sergisiyle ilgili şöyle düşünülebilir: Mona Hatoum, Meksika’dan Hamburg’a son yıllarda dev boyutta solo sergiler açıyor.
O kıtadan başkasına seyahat eder, sergi kurarken doğduğu topraklara yaklaştığında farklı hissediyor olabilir mi? Onun için İstanbul böyle bir önem taşıyor mu?
Sanatçı, bunu hiç düşünmediğini belirtiyor. Aslında bu anlamda onun için coğrafyanın bir önemi yok. Ama İstanbul ve Beyrut arasındaki ortaklıklar üzerine düşünmüş. Daha önce Kahire’de de çalışmış. 2010 yılında Beyrut’ta ilk kez bir solo sergi yapmış.
“Bütün buralarda çocukluktan büyük izler var elbette. Ama benim için en önemli şey değil bu. Mekânı önemserim. Üretimin olasılıklarına bakarım. Mekân bana ne diyor dinlemem önemli. İlk ziyarette kendimi çok açık tutarım. Daha önce bir fikrim yoktur ya da herhangi bir stratejim.”
Sanatçı, İstanbul’daki sergisinin tarihinden tam altı ay önce şehre geldi ve sergisiyle ilgili çalışmaya başladı. Onu ne cezbettiğine bakacak ve ondan hareket edecekti. Çukurcuma’da dolaştı. Bir halı ve cam atölyesi görmek istedi. Bu ziyaretlerin sonunda Arter için ürettiği ‘Kapan’ başlıklı iş, iki adet özel dokunmuş halı ortaya çıkacaktı. Mona Hatoum’un işlerine baktığımızda, kendi eliyle ürettiği işleri de görüyoruz, bir zanaat atölyesinde özel olarak bir zanaatkarla birlikte ürettiği işler de. Mesela son günlerde evde pişirdiği makarnaları elleriyle örüp onları özel bir malzemeyle sabitliyor. Ya da dev inşaat işleri var... Mimari yapılara, şehir planlarına gönderme taşıyan işler bunlar. Endüstriyel olarak üretilen ve başka yerlerde yapılan... Bir başka yolu da antik dükkânlarından sokak pazarlarından geçiyor. Gündelik hayatta kullanılan nesnelerden yola çıkabiliyor. Sergide yer alan ‘Sessizlik’ örneğin Murano’da falan değil, tıp laboratuvarları için cam tüpler üreten özel bir fabrika tarafından üretilmiş. Normalden çok daha sert bir cam bu.
İçinde kan dolaşacak gibi olsun istemiş. Oysa hiçbir şey dolaşmıyor.
“Bu yüzden adını ‘Sessizlik’ koydum. Çok klinik ve kırılgan. Bedenin kırılganlığıyla ilgili. Bir hayalet imge. Çok hassas ve neredeyse orada yok.”
Meksika’da yapacağı sergi için sokak pazarında sepet ören kadına birlikte çalışmayı teklif ettiği gibi Arter’e özel yapacağı iş için de Beykoz’daki cam ocağı atölyesiyle çalışmak istemiş.
“Dürüst olmam gerekirse Meksika gibi yerlerde de bana ilginç gelen bu. Kahire’de de. Hâlâ tam endüstriyel değil ve sanatı pre-endüstriyel yapmanın yolları var. Sorunlara kolay çözümler bulma... Öte yandan zanaatkârla çalışmayı çok seviyorum. Mexico City’de Wahaca’da pazardaydım. Sepetler örerek satan kadını gördüm. Çok özel bir örgü yapıyordu. Bana yapabilir miydi? İki şapkanın birbirine bağlı olması gerekiyordu. Çok zorlandı. Benim için ilginç bir keşifti. Onun içinse büyük bir meydan okuma. Onları sonuçta garip bir yola sürüklüyorum. Geleneksel zanaat malzemesini, onların kullandığından farklı kullanmak ilginç bir deneyim. Beykoz’daki cam ocağını ziyaret ettiğimde de ne yapacağıma dair bir fikir yoktu. Metal ve camı birlikte kullanırım diyordum. Kafamda bu coğrafyayla ilgili bir fikir vardı: İstikrarsızlık... Yapılar, bina gibiler ama hareketliler, depremden belki... Böyle çok gevşek bir fikirdi. Bu camlar morfik şekiller canavarlar gibi aynı zamanda vücudun organlarını temsil ediyorlar. Çok gizemliler ama bedene dairler... Binalar gibi, kafesler gibi... Ben çok güvenirim içgüdülerime bir yerlerde olduğumda... Açık olurum. Ve onu bunu seçerim. Ve kendiliğinden bir araya gelir. Bazen onların benden bağımsız bir araya geldiklerini düşünüyorum.”
Onun işleri söz konusu olduğunda okumalar çoğalıyor. Ekonomi politikten psikanalize çok farklı okumalar söz konusu olabiliyor. Bunu nasıl başarıyor? İşinin farklı seviyelerde nefes alıp vermesini, belli bir politik ajandaya hapsedilmemesini nasıl sağlıyor?
“Aslında bunu seviyorum. Anlamı açık bırakmayı istiyorum. Herkes farklı mekân ve kültürlerde farklı şeyler görsün. Bireysel seviyede herkes kendi yorumunu yapsın düşüncesini getirebilsin. İşlerim, onlara bakanların bireysel tarihleri aracılığıyla okunabilsinler istiyorum. Bu çok heyecan verici.”
Peki Arter’deki bir retrospektif mi? Ya da nasıl bir seçki bu?
“Yoo, ben buna bir retrospektif demem. Bu bir mütalaa.”
Mona Hatoum fikirlerle mi çalışıyor? Önce fikir mi geliyor?
“İnsanlar benim sadece fikirlerle çalıştığımı düşünüyor. Evet fikirlerle çalışıyorum ama fiziksel boyutu çok önemli işin. Fiziksel karşılaşma sizi baştan mı çıkaracak, püskürtecek mi? Sonra fikirle ya da olası anlamlarla angaje olunur. Benim için her zaman fiziksel bir karşılaşma vardır. Duyularınızla bedeninizle ilişkiye girersiniz. İkinci olarak düşünceden sonra ne olduğu gelir. Ne anlama gelir entelektüel olarak duygusal ve ruhani olarak... Sadece görsel olarak cazibeli olan işleri sevmiyorum. Bir iş pek çok seviyede çalışabilmeli. Sadece zihinsel fakültelerinizi çalıştırsın istemiyorum. Bir bütün olarak çalıştırmalı sizi...”
Minimalizm ve feminizm... Hatoum’un bu iki akımdan da çok etkilendiği, işlerinin onlara yapılan referanslarla yüklü olduğu iddia edilebilir. Minimalizmle yaptığı bir mücadele mi? Minimalizmle alıp veremediğiyle ilgili neler söyleyebilir?
“Ben buna bir mücadele demem. Minimal sanatta formlar, soyut kalırlar. Referans vermezler kendilerinden başka hiçbir şeye. Oysa benim işlerimde sergide giriş katında yer alacak mesela ‘Cube’, demirle örüldü. Ortaçağda pencerelerde kullanılan bir demir işçiliği bu. Bu malzemeyle iş, sizi başka bir yere taşıyor artık... Bir kafes oluyor. Masum olmayan sizi ortaçağa, hapse, işkenceye götüren... Ben hikâyeyi minimumda tutuyorum. Ama insan olarak hikâye okuma eğilimimiz var. Mobilya kullanıyorsam eskiyse eğer bedense... Bu kaçınılmaz. Bazen ölçeklerini değiştiriyorum objelerin mesela ‘Daybed’deki gibi...”
‘Daybed’, belki de ‘Corp Etranger’den sonra sanatçının feminist olduğunu en çok düşündüren işi.
Mona Hatoum bir feminist mi?
“Ben gerçekten çok etkilendim feminizmden. 70’lerin ortasında onu keşfetmek çok heyecan vericiydi. Birçok açıdan dünyayla ilgili hislerimi netleştirdi. Feminizmin ilkelerini öğrendiğimde zaten böyle düşündüğümü fark ettim.”
Sergi, 27 Mayıs’a kadar açık.
Annem
Hatoum “Bütün hikayeci işlerimin doruk noktası” olarak gördüğü ‘Annem/ Measures of Distance’ videosunu anlatıyor: “Freud okudum. Hep babamla olan ilişkime odaklandım. Ama sonra baktım ki bir de anne kız ilişkisi diye bir ilişki var. Ve annemle olan ilişkime baktım. Bu fikirle Beyrut’a gittim. Annemle söyleşi yapmalıydım. Ona bir sürü sormak istedim cinselliğiyle ilgili bir sürü başka şeyle ilgili ama aynı zamanda savaşla ilgili de... Lübnan’daki savaş yüzünden her an ölebilirlerdi. Ben de onları konuşturmalıydım. Babamla da söyleşi yaptım Filistin hakkında, hayat hakkında... Ki hiç konuşmak istemezdi, buralardan gitmemizi, hiç eskiye; geçmişe bakmamamızı isterdi. Annemle söyleşirken onları kullanmak gibi bir niyetim yoktu. Fotoğraflar da akşamüstü anne resim çekebilir miyim diyerek çıktı. Çalışma altı yıl sürdü. Arap dünyasında kadın herkesin sandığından çok farklıdır. Bağımsızlaşmıştır. Pasif ve bereketli sanki cinselliği yokmuş gibi... İşte benim feminizmle olan ilişkim annem ve onunla ilişkim bu videonun kaynağıdır. Çok öğrenci var bu video üzerine tez yazan. Kadınlara konuşan onlara dokunan bir film. 1988 tarihi.
RADİKAL
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...