ODTÜ İktisat Bölümü Öğretim Üyesi, Bölüm Başkanı, Üniversite Konseyi Üyesi, Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı, ODTÜ Bilim ve Teknoloji politikaları Araştırma Merkezi Kurucu Başkanı, Prof. Dr. Yakup Kepenek Turktıme'a konuştu. Sn. Kepenek'in, gazetemize yaptığı çok özel açıklamalarla özgeçmişinden, ekonomiye, gündemden, Türkiyede'ki eğitim sistemine kadar kadar birçok konuya açıklık getirdi.
Buyurun.
-Türkiye'de asgari ücret, yüksek kira gibi toplumsal krize dönüşmüş sorunlar var. Bunlar orta sınıfı nasıl etkiliyor?
Ülkemizde yıllardır, çok ağır enflasyon ve işsizlik sorunları yaşanıyor ve dahası bu sorunlar yalnız ekonomik değil, ağırlaşarak bir toplumsal bunalıma dönüşmüş bulunuyor. Bu çerçevede birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Benim mesleğim ekonomi, daha özelde uzmanlık alanım Türkiye ekonomisi. Çok üzülerek belirtmeliyim ki, istatistiklerin bulunmaması, daha doğrusu “yanlış” istatistikler nedeniyle, mesleğimi yapamıyorum. Daha doğrusu, ekonomik ve toplumsal yapı ile ilgili bilimsel araştırma yapma olanağı fiilen bulunmuyor. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, 1927’de, bilimsel bir yaklaşımla ekonomi ve toplum ile ilgili sayısal veriler üretmek üzere kurulmuş olan Devlet İstatistik Enstitüsü-2005 sonrasında TÜİK, bu tarihten sonra, milli gelir ve nüfus gibi temel göstergelerden başlayarak, istatistiklerle, uygun deyimiyle “oynamaya” başladı. Belli aralıklarla yapılan tarım ve sanayi sayımları yapılmaz oldu; vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olan Türkiye İstatistik Yıllığı yanılmıyorsam 2012’den buyana yayımlanmıyor. İstatistiklerin “bilimsel ve uluslararası ölçülerle” hazırlanması konusunda, kuruluşundan buyana üyesi olduğumuz OECD ve üye olmaya çalıştığımız AB olmak üzere uluslararası kuruluşlardan gelen tüm uyarılar ülkeyi yönetenler tarafından hiçe sayıldı ve sayılıyor. Bugün, Ayşe Teyze de TÜİK’e verilerine güvenmiyor. Oysa, ekonomi ile ilgili “tüm karar alıcıların”, üreticisi, tüketicisi, işçisi, işvereni; sayısal verilere dayalı toplumsal ve ekonomik araştırma yapacak olan “bilim emekçileri” ve dahası hükümeti, yalnız ve ancak, olabildiğince en son bilimsel tekniklerle üretilen ve doğru istatistikler varsa, önlerini görebilir ve doğru karar alabilirler; bu yoksa uygun deyimiyle “kör” olurlar. Bakınız, 03 Ekimde TÜİK’in açıkladığı yıllık enflasyon oranı yüzde 61,36’ydı. Bir grup bilim insanının ürettiği enflasyon oranı yüzde 126,18. Bu, tek başına, utanç verici bir durumdur. Ben geçtiğimiz Mayıs ayında 33. Basımı yapılan Türkiye Ekonomisi çalışmamın, son on yıllarını, hiç güvenilir olmayan resmi istatistiklerle yazmak zorunda kaldım. 24 Gelişmiş kapitalist ülkelerde üniversitelerde okutulan “ekonomiye giriş” kitaplarında, enflasyon “bir numaralı halk düşmanı” sayılır. İşsizlik oranı da ülke yönetiminin “başarı göstergesi” özelliği taşır. Neden böyledir? Çünkü o ülkelerde demokrasi vardır. Demokrasi, ekmek kadar,su kadar yaşamsaldır.
-İsrail Filistin Savaşı Ortadoğu’ya yayılırken Türkiye nasıl konum almalı? Yeni Göç Dalgası gelir mi?
Özgeçmişimde de belirttim, ben dede görmedim; babam da Cumhuriyetin yurtta barış, dünyada barış politikasının bir sonucu olarak, hem sağ kaldı hem de askerlikte okuma yazma öğrendi. Ben de barış derneklerine katıldım; Behice Boran gibi, Mahmut Dikerdem gibi barış Aziz Nesin gibi “barış savunucularının” yanında yer aldım. Bugün ülkemizde barış yeterince güçlü bir biçimde sahiplenilmiyor. Tersine, 1930’ların İspanyol Falanjistlerinin “Viva La Muerte” sini andıran, korkunç bir “ölüme övgü” döneminden geçiliyor. Oysa barış yaşamdır; Türkiye, Kurucusunun belirttiği gibi yalnızca ya da zorunlu olduğunda “bağımsızlık” için savaşmalıdır.
"İNSANCIL BİR ANLAYIŞLA ÇÖZÜME KAVUŞTURULMALIDIR""
Göç sorunu, bu toplumun son yıllarda, Suriye, Afganistan ve Avrupa bağlamında yaşamakta olduğu, çok yönlü ve çok ağır bir sorundur. Önce, hiçbir toplumsal yapı, bugün Türkiye’de olduğu gibi, yine doğru istatistik yokluğu nedeniyle tam boyutları bilinmemekle birlikte, “üyelerinin beşte birinin yabancı” olduğu bir duruma sağlıklı bir biçimde dayanamaz, çöker. Bu sorun önemle ele alınmalı ve insancıl bir anlayışla çözüme kavuşturulmalıdır. Filistin kaynaklı yeni bir göç dalgası toptancı bir yaklaşımla ele alınmamalı; konu, yalnız ve ancak, “çocuklar ve hastalar” ya da tamamıyla insancıl yaklaşımla ve “uluslararası” bir düzeyde değerlendirilmeli ve çözüme kavuşturulmalıdır.
-Türkiye’de bilim ve teknoloji ye gereken önem gösteriliyor mu?
25 Ülkenin geleceği yönünden “temel eksiklik” budur. Ancak, ülkenin ekonomisini de etkileyen önceden değinilmesi gereken çok önemli yapısal sorunları var. Bunların başında katılımcı ve özgürlükçü bir demokrasinin eksikliği; kişisel, siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda insan haklarının yetersizliği; hukuk ve kurumlaşmanın aşırı zayıflığı; giderek yok denecek durumu; eğitim, bilim, kültür ve sanatın toplumsallaşmasının gelişememesi; eşitlik anlayışının hızla zayıflaması çevre duyarlılığının ve barışın geçerliliklerini yitirmeleri, sayılmalıdır.
" BİLİMSEL EĞİTİMİN AŞIRI YETERSİZLİĞİ..."
Bu bağlamda ekonomik ve toplumsal gelişmenin temelini oluşturan nitelikli insan gücü sorunu, bilimsel eğitimin aşırı yetersizliği; kamuda işe almalarda, beceri ve yeterliliğin değil, yönetime yakınlığının belirleyici olması; son yıllarda, bilimsel eğitimden iyice uzaklaşılması ve beyin göçü ile giderek çok ağırlaşıyor. Daha özelde, ana okulundan başlayarak eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılması; her türlü bilimsel araştırmanın temeli olan Evrim Kuramı ortaöğretim ders kitaplarından 2016’da çıkarılması; Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu-TÜBİTAK ve Türkiye Bilimler Akademisi-TÜBA ve dahası, sayıları son yirmi yılda üçe katlanan üniversitelerde, ülke genelinde hak ve özgürlüklerin aşırı sınırlı olmasının ve yönetim özerkliğinin yokluğunun da etkisiyle, bilimsel araştırma özgürlüğünün varlığından söz edilememesi durumu var. Süreç yükseköğretimde de Diyanet Akademisi kurulmasıyla devam ediyor. Araştırma-geliştirme (AR-GE) yetersizliğine gelince, günümüzde, ülke ekonomisinin, giderek toplumun gelişmesinin temelidir; çözümü gerekli en önem sorunudur. Kapitalist gelişmenin 1850’lerden sonra giderek artan oranda teknolojik gelişme ekseninde gerçekleştiği biliniyor. O yıllarda, insan, Evrim kuramıyla doğal kökeninin, ekonomi politik ile toplumsal/sınıfsal yerinin; kendi fiziği ve ruhunun ilişkisinin bilincine ulaştı. O yıllarda koyu bir Katolik olan Louis Pasteur, öğrencilerine “Laboratuvara girerken İncil’i kapıda bırakın” diyordu. Elektrik, telgraf ve içten yanmalı motor o yıllarda bulundu. Kapitalist gelişmede teknolojinin yeri “yaratıcı yıkım” kavramıyla açıklanmaya çalışıldı. 1950’lerde ekonomi biliminin temel sorunsalı olan ürün fazlasının kaynağı yeni bir buluşa konu oldu; emek ve sermayeye ek olarak ürün fazlasının oluşumuna teknolojinin de katkısı olduğu saptandı. Bu süreç 1980’lerde teknolojiyi 26 içselleştirmiş büyüme teorisini doğurdu. Ülkeler, istikrarlı ekonomik büyümede ülke içinde üretilen bilim ve teknolojinin katkısına dayalı ekonomi politikası oluşturdular; bu katkının kaynağında AR-GE var. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında “teknolojinin hızla gelişmesinden” gidilerek her yıl “ulusal gelirden araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) ayrılan pay” çok önemseniyor; çünkü AR-GE bilgi toplumu ve buradan ulusal gelişmenin ve güçlü devlet olmanın temelidir. Çünkü, bir ülke Ar-Ge gücünü ne kadar artırırsa o kadar hızla zenginleşiyor ve gelişiyor. Bilindiği gibi, Ar-Ge üniversiteler, kamu araştırma kurumları ve özel girişimler eliyle yapılır. Bu üçlünün eşgüdüm içinde çalışması ve bilimsel bilgi üretmek üzere yapılanması gerekir. Bunun için de “sınırsız araştırma özgürlüğü” olmazsa olmazdır. Araştırma özgürlüğü varsa ve kurumlaşma gerçekleşmişse, bunların, nitelikli eğitimle ve yeterli parasal kaynakla tamamlanması gerekir. Her yıl ulusal gelirden Ar-Ge için ayrılan pay ölçüsüne göre İsrail yılardır “dünya birincisidir”. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü- OECD’nin en son (2021) verilerine göre İsrail yıllık ulusal gelirinin yüzde 5,6’sını Ar-Ge için ayırıyor. İsrail’i G. Kore (% 4,9) ABD (%3,5) İsveç (%3,4) ve Almanya (% 3,1) izliyor. Merak ediyorsanız Türkiye’nin toplam ulusal gelirden Ar-Ge için ayırdığı payın 2021’de % 1,4 ile OECD sıralamasının, sonlarında yer almakta olduğunu ve on yıllardır hemen hiç artmadığını belirteyim. Ülkemizde, ek olarak, AR-GE’ye ayrılan parasal kaynak, yıllardır, ulusal gelirin yüzde biri dolayındadır. Oysa birikimli bir biçimde AE-GE yapılabilmesi, bilimsel üretim gerçekleştirilebilmesi ve buna dayalı ekonomik ve toplumsal gelişme için bu oranın “en az” yüzde iki olması gerekiyor. Ek olarak, AR-GE, özel ortaklıklar, devlet kurumları ve üniversite üçlüsü tarafından yapılır. Başarılı olmaları için kendi içinde güçlü ve biri biriyle eşgüdüm içinde çalışması ve bir “ulusal yenilik sistemi” -UYS oluşturması gereklidir. UYS, girişimlerin, üniversitelerin ve kamu araştırma birimlerinin, tam bir özgür ve özerk ortamda kurumsal olarak AR-GE’ye odaklanmalarını ve eşgüdüm içinde çalışmalarını gerektirir; ek olarak, çok güçlü bir bilimsel eğitim altyapısı ile desteklenmelidir. Günümüzde hemen tüm bilimsel gelişmelerin kaynağı olan Evrim kuramını ortaöğretim programlarından çıkarılması, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu-TÜBİTAK, Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA ve üniversitelerin, iki önemli konuda, bilimsel özerklik ve araştırma özgürlüğü 27 konularında çok yetersizdir. Başarılı olmaları için aralarında olması gereken eşgüdüm de yoktur. Özel ortaklıklar teknolojiyi çok büyük ölçüde dışardan satın alıyor. Üniversite, yönetim özerkliği ve bilimsel özgürlük olmadığı için yeterli sayı ve nitelikte AR-GE yapamıyor; bilgi üretemiyor. Oysa günümüzde istikrarlı bir ekonomik yapı ve büyüme, özellikle de dış rekabette başarı yalnız ve ancak güçlü bir AR-GE temeli üzerinde gerçekleştirilebiliyor. Kamu kurumlarının AR-GE açısından gerçekten acıklı durumunu yukarıda özetlendiği gibi, TÜİK kanıtlıyor Bu noktada bir uyarı yapılmasının zamanıdır. Ülkemizde giderek etkili ve belirleyici olmakta olan düşünce, teknolojik gelişme ile kültürel gelişme ayırımı yaparak, dışarıdan yalnızca teknolojik gelişme alınmalı; kültürel gelişmenin alınmasına gerek yoktur. Bu görüş, irdelenirse görülür ki, temelinde insanın “yaratıcı olamayacağı” gibi bilim dışı bir anlayışa dayanır. The European Organization for Nuclear Research, known as CERN, CERN’e “aday üye” olan Türkiye’nin 2012’de tam üye olaya çağrılmasına karşın bunu reddedip, 2014’te bir ara çözüm bulunarak “ortak üye” olmasının asıl nedeni budur.
Sizce Cumhuriyet kutlamaları nasıl geçti? CHP, Cumhuriyet’in değerlerinden uzaklaştı mı?
Bu sorunuza yanıtımı 5 Kasım günü Birgün’de çıkan yazımda şöyle verdim: “Cumhuriyet’in 100. Yılını halk olarak büyük bir coşku ile kutladık. Toplumun her katmanının çok büyük bir özlem ve mutlulukla katıldığı o gerçekten görkemli ve görülmedik kutlamalarda yalnızca sıradan yurttaş vardı; ancak, iki önemli toplumsal kurum, devlet ile mabet (Diyanet) yoktu; iyi ki de yoktular.
BÜYÜK UYARI!
Ülkede Cumhuriyet değerlerinin aşınmaya başlaması, II. Dünya Savaşından hemen sonrasının Soğuk Savaş yıllarına gider. ABD’nin ülkenin dinci ve ırkçı kesimlerinin büyük desteği ile oluşan komünizm düşmanlığına dayalı düşünce ve kültür ortamında, Cumhuriyet’in tüm değerlerinden, özellikle laiklik ve barış değerlerinden hızla uzaklaşma yılları başlıyor. Bu gelişmeler karşısında, muhafazakâr kimliğiyle bilinen o günlerin önde gelen hukukçularından Prof. Dr. Ali Fuad Başgil bakın nasıl bir uyarı yapıyor?: …”dini devlete devleti de dine tabi olmaktan kurtarmak ve bu sayede mabet ile hükümet arasındaki tezatları kaldırmak; mabedin ferdi vicdanların kalesi, hükümeti de madde ve menfaat dünyasının nâzımı yapmak…” Başgil, devam ediyor: “Zamanımızda laik rejimde olmayan bir devlette Diyanet, ister istemez politikanın emrine girmeye ve politikacıların bir maşası olmaya mahkûmdur. …zamanımızda ve tekâmülün bugünkü merhalesinde din hürriyetinin ve bundan doğan hakların teminatı ancak devletin laik olmasındadır” (Başgil: Din ve Laiklik, 1954/2003; 174-175). Dönemin iktidarı tarafından göz ardı edilen bu -ve benzeri- bilimsel uyarılardan sonra geçen 70 yıla yakın sürede, adım adım, din ile devletin iç içe geçmesi süreci gerçekleştirildi. Siyasal İslâm yükseltildi; Cumhuriyet’in değerlerini savunanlar; başta Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Muammer Aksoy başta olmak üzere, öldürüldü; Madımak’ta 33 ilerici yakıldı ve şaşırmadınız sanırım, devlet, o cinayetlerin faillerini, bulamadı değil, bulmadı ve bulmuyor (Ayrıntı için benim “Cumhuriyet Çağdaşlaşmasından Günümüze 29 Türkiye’nin Değişimi”; İzmir: Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği, 2019)’a bakılabilir. Başgil, devlete karşı dini korumaya, özgün ve bağımsız olmasını vurgulamaya çalışıyordu. Bugün ise durdurulması ve kesinlikle tersine çevrilmesi gereken çok büyük sorun, “devletin dinselleşmesidir”. Her gün yeni bir örneğiyle görüldüğü gibi, günümüzde, hukuk, eğitim, kadınerkek eşitliği, ekonomi politikası, bilim ve giderek barış, “devlet eliyle” kutsal ve ayrı tutulması gereken dinin emrine sokuluyor. Ayasofya’nın açılışında Atatürk’e ”lânet” okuyan, Cumhuriyet düşmanı uygulamalarıyla bilinen ve 29 Ekim’in iki gün öncesinin Cuma Hutbesinde Cumhuriyet’ten hiç söz etmeyen bir Diyanet var. Yıllarca Atatürk adını silmeye çalışan, aynı günlerde kendi yüzyılını başlatmaya çalışan ve Cumhuriyet’i yalnızca çok zoraki anan Saray’ın üstelik Vahdettin Köşküne sığınan tutumu, bu ikilinin hiç ama hiç beklemedikleri bir sonuç verdi. Devlet ile dinin iç içe geçmişliğinin bunalttığı halk, milyonlarcasıyla, Nazım Hikmet’in Türk Köylüsü şiirindeki gibi “Gayrık Yeter” diyerek Cumhuriyet ile özdeşleşti; korkuyu yenerek ve tüm engelleri aşarak, Cumhuriyete sahip çıktı.
"SU UYUR CUMHURİYET DÜŞMANLARI UYUMAZ"
HALKIN CUMHURİYETİ İÇİN 100. Yılda Cumhuriyetin değerleri, bugüne dek hiç olmadığı kadar “halkın oldu”; toplumsallaştı. Bu toplumsallaşmanın, ülkenin bundan sonrasının gelişmelerine damgasını vurması amacıyla doğru anlaşılması ve gereğinin yapılması gerekiyor. Oluşumun iki boyutu var. Öncelikle, bundan sonra, özgür ve korkusuz yaşamak isteyen herkes, kadınıerkeği, genci yaşlısı, çalışanı emeklisi, Cumhuriyet’in değerlerine çok daha güçlü bir biçimde sahip çıkmalı ve o değerlerin yaşamın her alanında etkinlik kazanmasına çalışmalıdır. Bilinen bir gerçektir ki “su uyur Cumhuriyet düşmanları uyumaz” ve onların halkın temiz inançlarını kendi çıkarları için kullanmaları önlenmelidir. 30 İkincisi, siyasi boyuttur. İktidar ve destekçileri, dini, Cumhuriyet’in değerlerini yok etmek için her olanağı kullanıyorlar. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetten sonra ikinci eserim dediği ana muhalefet CHP, Mayıs 2010’dan buyana, genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet’in değerlerinden adım, adım uzaklaştırıldı; “laiklik tehlikede değildir” görüşünü savundu; Diyanet Akademisine destek verdi; eğitimin çağdışı bir özelliğe sürüklenmesine tümüyle kayıtsız kaldı. CHP’nin “yeniden” Cumhuriyetin değerlerini sahiplenip-sahiplenemeyeceği, bugünlerde yeni bir Kurultay yapılmasına bilinmezliğini koruyor. Ancak, 29 Ekim’in de kanıtladığı, nesnel olarak, toplumun Cumhuriyet değerlerine susamışlığı gerçeği var. Bu özlemin, günümüzün iç ve dış gelişmeleri ortamında yeni siyasal bir güce dönüşmesi kaçınılmazdır. Cumhuriyet’in tarihsel ve toplumsal birikimi bunu gerçekleştirecektir. Ne diyor ülke insanı: Aklın yolu birdir! 29 Ekimde bir kez daha parlayan toplumsal aklımızla başaracağız!
TURKTİME/ HİLAL BÜYÜKKAYA
YAKUP KEPENEK'İ HATIRLAYALIM
Kendimi “Cumhuriyet Çocuğu” olarak tanımlayabilirim.
Çünkü, benim için Cumhuriyet çok anlamlıdır. Şöyle ki, üç yıl askerlik yapan, Cumhuriyet’in barışçı politikası sonucu babası gibi askerlikte ölmeyen ve okuma yazmayı orada öğrenen Hemşinli çiftçi-çoban bir baba (Mustafa) ile okuryazar olmayan bir annenin(Emine) yalınayak çobanlık yapan çocuğuyum ve sonrasını Cumhuriyet’e borçluyum:
Prof. Dr. Yakup KEPENEK, 1938’de Ardeşen, Yeniyol (Oce) Köyü’nde doğdu.
İlkokulu köyünde bitirdikten sonra sınavla girdiği Beşikdüzü (Trabzon) Köy Enstitüsü Çifteler (Eskişehir) Yunus Emre Öğretmen Okulu’nda altı yıl okudu ve ilkokul öğretmeni oldu. İlkokul öğretmenliği yaptığı sırada Rize Lisesi’ni ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni dışarıdan bitirdi. Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile New Yok Üniversitesi’nde ekonomi doktorası (1965-1970) yaptı. 1971’de ODTÜ’de öğretim üyesi; Ekonomi Bölümü Başkanlığı, Üniversite Konseyi üyeliği ve Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı yaptı; 1976’da doçent, 1981’de (YÖK öncesi) profesör oldu.
ODTÜ’deki görevine 28 Şubat 1983’te 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’yla son verildi. Usta yazar Aziz Nesin’in öncülüğünde geniş katılımla hazırlanan ve 5 Mart 1984’te yayımlanan Aydınlar Dilekçesinin 12 kişilik Yazmanlar Kurulunda yer aldı ve yargılandı. Yapıt Dergisi Yayın Kurulu üyeliği, SHP’de siyaset ve sendikalarda danışmanlık yaptı; Haziran1990’da Danıştay kararıyla ODTÜ’deki görevine döndü. 1997’de bir lisans sonrası eğitim ve araştırma birimi olan ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikaları Merkezini-TEKPOL kurdu ve 2001’e kadar başkanlığını
üstlendi. 2002-2007 döneminde CHP’den Ankara milletvekilliği; 2008-2010 yıllarında ODTÜ Kuzey Kıbrıs İktisat Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2011-2020 arası sonra Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nde yarı zamanlı ders verdi. Çok sayıda bilimsel makalesi bulunan Kepenek, Aralık 1992- Mart 2020 döneminde Cumhuriyet’te daha sonra da Birgün gazetesinde haftada bir (Pazar
günleri) ekonomi-siyaset konulu yorum yazıları yazıyor.
Başlıca kitapları:
-Türkiye İmalat Sanayisinin Üretim Yapısı-1963-1973 Girdi-Çıktı
Çözümlemeleriyle Bir Uygulama; Ankara: ODTÜ,1977.
-Gelişimi, Üretim Yapısı ve Sorunlarıyla Türkiye Ekonomisi, (ODTÜ, 1983;
İstanbul: Remzi Kitabevi, 33. Basım, Mayıs, 2023.
-Anadolu Konuşuyor, (Derleme)SHP İl Başkanları Bildirileri, (7 Kitap), Ankara,
1986
-Halkla Birlikte Çözüm (Derleyen) CHP İl Başkanları Bildirileri, (10) Kitap,
Ankara:2001.
-12 Eylül’ün Ekonomi Politiği ve Sosyal Demokrasi; Ankara: Verso,1987.
-Yüz Soruda Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT); İstanbul: Gerçek,
Yayınevi 1993;
-Değişimin Doğrultusu; İstanbul: Remzi Kitabevi, 1995.
-Yanlış Yıllar 1995-1997; İstanbul: Çağdaş, 1998.
-Cumhuriyet Yazıları; İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2011.
-Cumhuriyet Çağdaşlaşmasından Günümüze Türkiye’nin Değişimi; İzmir: Yeni
Kuşak Köy Enstitülüler Derneği, 2019.
Cumhuriyet bağlamında yazdığım şu iki makalemi de dikkatinize sunarım:
-“Cumhuriyetimizin Felsefi Kökenleri” Özne Dergisi, 38. Kitap, Bahar 2023, ss.
53-67.
-“Cumhuriyet’in Demokrasi Dayanakları, Cumhuriyet ve Demokrasi, Hazırlayan
Ahmet Yıldız, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Cumhuriyet Kitapları,
İstanbul; 2023 içinde, ss. 13-30.
Yakında yayımlanacak bir yazımı da eklemek isterim:
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN “YÜZ YILLIK” EVRİMİ VE GELECEĞİ
* Yakup KEPENEK** A. GİRİŞ Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı sürecinde egemenliğin kaynağının gökten yere indirilerek halkın olmasının sonucudur. Belirtilmelidir ki Cumhuriyet, tarihsel olarak, insanlığın, ürettikçe aklıyla ve bedeniyle özgürleştiği ve özgürleştikçe de daha çok ve nitelikli ürettiği evrensel gerçeğinin bilinci ile kuruldu. Kuruluşu izleyen yüzyılın ekonomisi, uygulanan ekonomi politikalarının nedenleri ve sonuçlarıyla ele alınması yaklaşımıyla incelenebilir. Bir ekonomi politikasının başarısı, bilindiği gibi, onu oluşturan yasal ve kurumsal yapı veri alınırsa, üretim olanaklarını genişletmedeki başarısıyla ölçülüyor. Üretim olanaklarının genişletilmesi de nicel olarak büyüme oranıyla, niteliksel olarak da, emek ve sermayenin bu sürece katılım biçimiyle ya da üretim teknolojisi ile belirlenir. Çözümleme ya da analiz, olabildiğince, ekonomi politiğin bu temeline dayalı olacaktır. Cumhuriyetin ekonomi politikaları, iki zaman dilimine ayrılarak incelenebilir: 1923-1980 arası dönemde, dışalım yerine yerli üretim ya da ithal ikameci politika, inişli çıkışlı da olsa, ilke edinilirken, 1980’den günümüze de dışsatıma ya da ihracata dayalı büyüme geçerlidir. Bu iki uzun zaman dilimi de, yeri geldiğinde değinileceği gibi, kendi içinde alt dönemlere ayrılıyor. Sonuç bölümünde de ekonominin geçmişin değerlendirilmesine dayalı olarak uzun dönemde gelişimi ya da geleceği üzerinde duruluyor. ODTÜ Ekonomi Topluluğu 30. Yıl Kongresi, 4 Ekim 2023. ODTÜ emekli öğretim üyesi; Birgün yazarı. Yazı, benim Mayıs 2023’te 33. Basımı yapılan Türkiye Ekonomisi (Remzi Kitabevi, İstanbul) çalışmama dayanıyor.
B.DIŞALIM YERİNE YERLİ ÜRETİM/İTHAL İKAMECİ DÖNEMİ: 1923-1980 1.Geçiş Cumhuriyet ekonomisi Osmanlı’dan devir alınan ekonomik ve toplumsal yapı üzerinde oluşturuldu. Osmanlı ekonomisi, esas olarak tarıma dayalı; sanayileşememiş ve dışa bağımlı ya da “yarı sömürge” bir özellik taşımaktaydı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde , egemenliğin gökten yere indirilerek halkın olmasını da sağlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucu oldu. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin temelleri, İzmir İktisat Kongresi-1923, onu tamamlayan Lozan Barış Anlaşması ve kurucunun sözleriyle “siyasal bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla taçlandırılması” kararlılığı ile atıldı. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte, toplumsal ve ekonomik gelişmenin altyapısı olarak “devrim niteliğinde” hukukun ve eğitimin birliği ekseninde tümüyle laikliğe ve bilimselliğe; kadın-erkek eşitliğine ve barışa dayalı bütüncül bir kurumlaşma ve çağdaşlaşma gerçekleştirildi. Bu süreçte, devletin, a. bütçesinin gelir-gider eşitliği ilke edinildi b. tüm sermaye kesimlerine eşit uzaklıkta olması kuralı yerleştirildi; ek olarak, dış ödemeler dengesi gerçekleştirildi. O günlerde bir “egemenlik simgesi” sayılan TL’nin değerini koruma amacıyla para arzı sınırlı tutuldu; yerli tasarrufların artırılması ve dış borçların ödenmesi yoluna gidildi.. Böylece ekonomik 5 istikrarın temeli olan ve ancak “birlikte” bir anlam taşıyan, benim üç altın denge dediğim, bütçe, para ve dış ekonomik ilişiklerde denge, gerçekleştirildi. Her alanda yerli üretimin öncelenmesi esas alındı. Cumhuriyet ekonomisi, yalnız ve ancak bu yaklaşımla, bir değerler bütünü olarak anlaşılabilir. Devlet Eliyle Sanayileşme Osmanlı’nın yıkılmasının ekonomik nedenini sanayileşememiş olmasında gören; bunu da diğer nedenleri yanında “sömürgeci ülkelerin tutumuna bağlayan” Cumhuriyet yönetimi var. Ayrıca, Türkiye’yi yönetenler , doğru bir saptamayla, emperyalistlerin, aralarındaki bütün iktisadi ve siyasi uyuşmazlık ve çatışmalara karşın, “ziraatçı memleketlerin piyasalarına hakim olmak davasında müttefik” olduklarının bilincindedir. Bur noktalardan hareketle, 1930’ların başında , “bilinçli, kararlı ve planlı” bir yaklaşımla devlet eliyle sanayileşme atılımı gerçekleştirildi. Daha özelde, sanayileşmeyi ülke içi gelişmeler zorluyor, dış koşullar da olanaklı kılıyordu. Şöyle ki, dünya kapitalizminin sürüklendiği 1929’ların Ağır Ekonomik Bunalımının ya da Krizin bir sonucu olarak, ülke, pamuk, yün ve tütün gibi geleneksel ihraç ürünlerini dışarıya satamıyor ve bunların yerli işlenmesi gerekiyordu. Dış koşullar da, gelişmiş kapitalist ülkelerin Büyük Bunalıma çözümü içe dönük bir tutumla kamu girişimciliğinde aramaları, devlet eliyle toplam talebi artırarak kurulu üretim kapasitesini harekete geçirmeyi esas almaları (Keynes, Genel Teori) Türkiye’nin bağımsız sanayileşme işini kolaylaştırıyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerin bu durumuna ek olarak, dışarıdan satın alınacak makine ve teçhizat fiyatları düşüktü. Dahası, Sovyetler Birliğinden ekonomik ve teknik yardım alma olanağı vardı. Büyük Krizde gelişmiş ülkeler temel sorun var olan ancak talep yetersizliği nedeniyle çalışmayan sınai üretimi canlandırmaktı. Oysa, Türkiye’nin işi yeni üretim kapasitesi yaratmaktı. Ülke, başta dokuma ve şeker olmak üzere, dayanıksız tüketim ürünlerinin yerli üretimini, Mustafa Kemal’in “uygarlık hamuru” dediği kâğıdı; cam, çimento ve o yıllarda egemenliğin ve gücün simgesi sayılan demir-çeliği iç pazarın, daha doğrusu tüm toplumun 6 gereksinimlerini karşılayacak ölçüde, sanayileşme odaklı ithal ikameci bir politika izleyerek gerçekleştirdi. Beş Yıllık Sanayileşme Planı 1933-38 ile yürütülen bu süreçte, sanayi kuruluşlarının teknik ve ekonomik yapılabilirlik çalışmaları hazırlandı; bölgesel gelişme gözetilerek işletmelerin yurt düzeyine dengeli dağılımı sağlandı; özgün bir işletmecilik yönetimi geliştirilmesi başarıldı; işletmelerin yalnız ekonomik değil, eğitimden sağlığa, giderek kültür ve sanata değin, toplumsal olarak da işlevsel olmaları gerçekleştirildi. Bunları tamamlayan sağlıklı çalışan bir kurumsal üst yapı, başta Sümerbank, Etibank olmak üzere Kamu İktisadi Teşebbüsleri-KİT ile oluşturuldu. Gerçekte dönem, öncesinden Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası-TCMB kurulması ve Devlet İstatistik Enstitüsü-DİE, diğer kurumlar gibi, her biri kendi alanlarında çağı yakalama amaçlı”, “bilimsel ön çalışmalarla” desteklenerek 1927’de yeniden yapılandırılmasıyla başlayan, Maden Tetkik ve Arama- MTA Elektrik İşleri Etüt İdaresi EİEİ ve Hıfzıssıhha Enstitüsü ile süregelen “Cumhuriyet kurumlaşmadır” dedirtecek kadar yoğun bir kurumlaşma dönemidir. Kurumlaşmanın, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) ve diğer bölgesel örnek üretim çiftlikleriyle sürdürüldüğü de eklenmelidir. Eşzamanlı olarak ülkenin “nitelikli insan gücü” gereksinmelerinin karşılanması amacıyla, okuma yazma seferberliği; mesleki ve teknik eğitime önem verilmesi çok önemlidir. Yükseköğretimde İstanbul Darülfünunun Üniversiteye dönüştürülmesi; Ankara’da Hukuk Mektebi, Yüksel Ziraat Enstitüsü, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Devlet Konservatuvarı açılması sonucu bir çağdaş üniversite kurulması ve sıkı durun, yüksek öğretimin Alman faşizminden kaçmak zorunda kalan bilim insanlarını kucak açacak kadar güçlenmesi; ülkeye doğru beyin göçü süreci yaşanması; bu bilim insanları ile derslerini, en geç üç yıl sonunda Türkçe verecekleri konusunda sözleşme yapılması; aynı yıllarda Halkevleri, Köy Enstitüleri ve dünya klasiklerini çeviri seferberliği ile, eğitim, , bilim, kültür ve sanatın tüm ülkeye yayınlaştırılmak istenmesi belirtilmelidir. Bakan Hasan Ali Yücel’in çevirilere yazdığı Önsöz’de “ insana değer veren anlayışla yazılmış; insan aklının dogmalardan kurtulmasını esas alan..” sözleri Cumhuriyet’in insan anlayışının iyi bir özetidir.(Yeni kuşaklara açıklamalı; dogma, doğruluğu sınanmadan, deneyden geçirilmeden kabul edilen; İngilizcesiyle any belief held unquestioningly). Cumhuriyet ile karşıtlarının asıl ayrıştığı nokta “bilgilerimizin kaynağının ne olduğu” sorusuna verdikleri yanıt ile açıklık kazanır. Her toplumsal yapının, kölecilikten günümüze, öznel ve nesnel çelişkileri vardır; insanlık tarihinde sonu gelmeyen, her zaman ve her yerde yaşanan asıl ya da belirleyici çelişki budur. Dikkatinizi çekerim. Ekonomi teorisinde ekonomik kalkınma kavramının henüz doğmadığı yıllarda gerçekleştirilen bu atılımlar ve devlet eliyle sanayileşme, yalnız ekonominin büyüme oranının Cumhuriyet’in ilk yüzyılının en yüksek düzeyinin yakalanmasıyla değil, bundan çok daha önemli olarak “insan gücünün niteliksel” gelişimi; bunun sağladığı özgüvenle o zamana kadar gelişmiş ülkelerden satın alınan sanayi ürünlerini “biz de üretiriz” noktasına ulaşılması ile çok büyük bir önem taşır. O kadar ki yabancı bilim insanları Türkiye ekonomisin 1937-38de ekonomik kalkınma kuramındaki “kalkış” (take-off) aşamasını tamamladığını belirtir. KİT, o dönemde ve özellikle de 1938 sonrasında, özel sanayi kuruluşlarına, ortaklıklar kurarak; nitelikli işgücü ve bir şeyi “yapabilme bilgisine” (know how) dayalı” işletmecilik birikimi ve ucuz girdi sağlayarak önemli katkılar yaptı. 3.Dışa Bağımlı Dönüşüm; Hızlı Toplumsal Değişim ve “Büyük İkilem” II. Dünya Savaşına katılmama başarısını gösteren ülke, 1945 sonrasının, Dünya Bankası ve IMF -ABD düzenlemesi ve Marshall Planı ile biçimlenen Soğuk Savaş sürecinin dışında kalamadı ve bu süreçte” bağımsız ekonomi politikası oluşturma ve sanayileşme siyaseti izleme özelliğini” tümüyle yitirdi. Buna karşın, Osmanlı döneminde “Avrupa’nın hasta adamı” sayılan Türkiye, Cumhuriyetle birlikte , oluşturmuş olduğu çağdaş yönetim yapısıyla Avrupa ülkelerinin Avrupa Konseyi gibi kurumsal yapılarında kolaylıkla yer aldı. Avrupa Konseyi üyesi olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hazırlanmasına etkin katıldı ve o hakların korunması için oluşturulan AİHM’e üye oldu. Bu döneme, bir “dayatma özelliği” taşıyan askeri ve ekonomik bağış ve kredileri ile gelen ABD’nin ekonomi politikası istekleri damgasını vurdu; istenen politikalar uygulanmazsa yardım ve krediler kesilecekti . Sanayileşmeden, özellikle, demir çelik, ağır makine ve madeni eşya endüstrileri, gübre, ağır 8 kimya, selüloz ve kâğıt başta olmak üzere ağır sanayiden tamamıyla vazgeçildi; bunların yerine, tarım ürünlerinin paketlenmesi, hafif makinalar, deri işleme, ağaç ürünleri gibi hafif sanayilere -işgücü yoğun oldukları gerekçesiyle önem verilmesi istendi. Ulaştırmada çok keskin bir dönüşüm ile demiryollarından vazgeçildi; karayolu ulaşımı, demir, deniz ve hava ulaşımları tamamıyla bir yana bırakılarak “tek ve bunlardan bağımsız ulaştırma politikası oldu; iç ve dış piyasada serbest piyasa süreçlerine öncelik ve önem verildi. Diğer tüm ekonomi politikası önermelerinde da yapıldığı gibi, bilimsellik elbisesi giydirilen, ancak, hiç de bilimsel olmayan bir yaklaşımla, D. Ricardo’nun “durağan” ya da teknolojik değişimi tümüyle göz ardı eden, “ülkelerin bir malın üretimi için harcanan emek zamanı karşılaştırmasından” ünlü Portekiz-şarap, İngiltere-dokuma örneklerinden giderek ortaya attığı ve ülkeler arası ticaretin tamamıyla serbest” olmasına dayalı kuram uygulanarak, Türkiye’nin “uluslararası işbölümündeki yeri” tarım olmalıdır” ya da Türkiye “tarımda uzmanlaşmalıdır” bilimsel (!) sonucuna varıldı. Bu dayatma sonucu, traktör kullanımı katlanarak arttı, “işlenen alan” büyüklüğü on yılda ikiye katlandı. Böylece Türkiye, Savaş’ta yıkılan ve yeniden sanayileşecek olan Avrupa’nın gıda ve tarımsal hammadde gereksinmelerini karşılayacaktı. Bu politikalar sonucu, nüfusun beşte dördünün yaşadığı kırsal kesimin pazara açılmasının, iç göçün çok hızla artmasının ve başta İstanbul ve Ankara olmak üzere gecekondulaşma sürecinin aşırı yoğunlaşmasıyla, çok hızlı bir toplumsal değişim dönemine girildi. Özellikle 1949-54 beş yılında , yıllık ortalama yüzde 10’un üzerinde, yüksek oranda ekonomik büyüme geçekleşti ve dahası çok hızlı bir toplumsal ve kültürel değişimin de önü açıldı. Ancak, bu yüksek oranlı büyüme yapısal değildi; dönemseldi, kısa dönemli özel koşulların sonucuydu. Dahası, tamamıyla ön hazırlık gerçekleşti Tüm bu nedenlerle ekonomi politikası sürdürülemezdi. Nitekim, hızla ve hazırlıksız geçilen özel girişimci serbest piyasa dönemi 1950’lerin ikinci yarısında önce, enflasyon ve döviz darlığı biçiminde görülen ekonomik, sonra da bunu tamamlayan ağır bir siyasal bunalıma yol açtı. 1950 seçimleriyle işbaşına gelen ülke yönetiminin, özellikle 1957 sonrasında ekonomik gelişme-demokratikleşme ikilemine sürüklenmesi ve demokratikleşmeyi değil, baskıcı bir tutumla ekonomik kalkınmayı yeğlemesi, bu çerçevede Sovyetler Birliğinden ekonomik yardım alma olasılığı belirmesi, 27 Mayıs 1960’ta bir askeri darbe ile düşürülmesi sonucunu verdi. 9 4.Planlı Kalkınma Ekonomi, 1960-80 döneminde, ilk on yılı çok başarılı, ikinci on yılı tam anlamıyla başarısız olan bir planlı kalkınma süreci yaşadı. Başarılı olan ilk iki beş yıllık kalkınma planı, benim, “özgürlüğün en güzel on yılı” dediğim 1960-1970 döneminde uygulandı. Döneme, bu toprakların bugüne dek gördüğü en özgürlükçü anayasa damgasını vuruyor. Burada yalnızca bir alıntı yeterli olacaktır: Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak biçimde sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar (1961 Anayasası, m.10/2). Planlama, temel varsayım olarak, yukarıda belirtilen ikilemi ret ediyor; ekonomik gelişme ile demokratikleşmenin birlikte gerçekleşmesini amaçlıyordu. Plan ekonominin büyümesini yılda yüzde yedi öngörürken, sanayinin yüzde 12 büyümesini istiyordu. Tam anlamıyla araştırma özgürlüğü ortamında yoğun bilimsel çalışmalara dayanan kalkınma planları, ithal ikameci sanayileşmenin sırasıyla, önce ikinci aşaması olan dayanıklı tüketim, sonra da üçüncü ve son aşama olan ara ve yatırım mallarının yerli üretimine öncelik veriyordu. Devletin KİT eliyle sanayi sektörüne yapacağı sabit sermaye yatırımları da, doğrudan ve dolaylı etkileriyle, ayrıca dış rekabete karşı korunan ve özendirilen özel sanayi yatırımlarını canlandıracaktı. Başta otomobil olmak üzere, buzdolabı, çamaşır makinesi ve TV alıcı gibi dayanıklı tüketim ürünlerinin yerli üretimi, önce dışarıdan alınan parçalarının montajı, sonra da bu parçaların aşamalı bir biçimde yerli üretimine geçilmesi yoluyla sağlanacaktı. Ekonominin tüm sektörlerini kapsamakla birlikte, planlar, sektörlerin büyüme oranı hedeflerinden de görülebileceği gibi, sanayileşmeye özel bir önem ve öncelik veriyordu. Örneğin ilk iki plan ortalama büyüme oranını yılda yüzde 7 öngörürken sanayinin yüzde 12 buyumesini istiyordu. Dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere koşut olarak bu alanda kurumlaşmaya gidildi. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu-TÜBİTAK kuruldu. Ancak, benzer kurumsal düzenleme, büyük bir olasılıkla ideolojik nedenlerle, sosyal bilimler için yapılmadı; bu açık DPT ile 10 bir ölçüde de olsa kapatıldıysa da, bilim ve teknolojide üst düzey kurumlaşma topal bırakıldı. Hak ve özgürlüklerin genişlediği, buna bağlı olarak yaratıcılığın geliştiği; bilimsel, sanatsal ve kültürel üretimin hızla arttığı; sendikacılığın güçlendiği, bu dönemde ekonomik ve toplumsal gelişme, sayısal ve niteliksel olarak büyük ivme kazandı. İlk iki plan döneminde ekonominin büyümesi, “Hedeflendiği” gibi, yıllık ortalama yüzde 7 ye yakın gerçekleşti; sanayinin büyüme oranı yıllık ortalama yüzde 10’u yakaladı. 5.Tıkanma ve Raydan Çıkış Ancak, 1970’ler, ülkenin sivil-asker yönetiminin ve ABD’nin “haşhaş” yasağı dayatmasıyla, (Vietnam yenilgisi, ODTÜ Commer olayı) “ekonomik gelişme toplumsal istekleri karşılamaya yetmiyor” gerekçesiyle yapılan 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ve 1950’lerin sonunda olduğu gibi hak ve özgürlüklerin yeniden sınırlandırılması ile başladı. Planlanan yıllık büyüme oranının yüzde sekize çıkarıldığı 1973 sonrasının III. ve IV KP dönemlerinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması yoluna gidildi. III. KP, “hak ve özgürlüklerin” bir süre askıya alınmasını planlıyordu. Bu, “demokratikleşme ile ekonomik kalkınma bir arada yürütülemiyor” anlamına geliyordu. Aynı yıllarda, ara ve yatırım malları ekseninde hızlı sanayileşme, böylelikle “üretim yapısının” değişmesi, ekonomik kalkınma kuramında gelişmekte olan ülkelere önerilen “gelişmiş ülkeleri yakalama, amaçlanıyordu. Böylelikle Avrupa Birliğine tam üyeliğinin gerçekleştirilmesi ivme kazanacak, 1973’te yapılan anlaşmaya göre Türkiye’nin 22 yıl sonra, İtalya’nın – AET 6’larının 1970’de en az gelişmişiydi- “üretim yapısına sahip olabilecek ve 1995’te Toplulukla “gümrük birliği” yapabilecekti. Ancak, IV. Plan ile makine, motor, elektronik ve elektro mekanik sanayilerinin yerli üretimini ( oluşturulan kendine özgü kamu ortaklıkları, adlarının sonundaki sanayi sözcüğünden gidilerek SANLI denilen kuruluşlar ile yürütülmek istenen “ağır sanayi” atılımı, ara ve özellikle de makine ve motor ekseninde yatırım mallarının yerli üretimi politikası tamamıyla kâğıt üzerinde kaldı; biri birini tamamlayan iç ve dış olumsuz nedenlerle uygulanamadı. Aslında, başlangıcından buyana planlarda amaçlanan yıllık ortalama yüzde yedi büyüme oranı ABD tarafından gerçeküstü ve yüksek bulunmaktaydı. 1970’lerde 11 ülke içinde yaşanan ağır siyasal istikrarsızlıklar; bunu tamamlayan ekonomik krizler ve dahası ABD, Dünya Bankası ve IMF’nin bir kez daha Türkiye’nin sanayileşmesine, yine bilimsellik savıyla, çok katı bir tutumla karşı çıkmaları, (Ann Krueger’in “”Foreign Trade Regimes…(1978) bunun en çarpıcı örneğidir) bir bütün olarak yatırım mallarının yerli üretimini engelledi. Dış koşullar da, ABD’nin doların uluslararası piyasada “altın ile değişimi” uygulamasına son vermesi ve petrol fiyatlarının uluslararası kartel – OPEC tarafından çok kısa sürede dört kat dolayında artırılması gibi nedenlerle olumsuzdu. Süreç, bir dönemin, ekonomide, ithal ikameci sanayileşme politikası döneminin, sona ermesiyle noktalandı.
B. DIŞSATIMA/İHRACATA DAYALI BÜYÜME: 1980 SONRASI 1.Ekonomi Politikasında Köklü Dönüşüm Ülke ekonomisi, 1970’ın sonlarında, yeniden, yüksek oranlı enflasyon ve dış ödeme güçlüğü biçiminde görülen çok ağır bir ekonomik bunalımla karşılaştı. Bunalımın toplumsal ve siyasal boyutlar kazanarak daha da ağırlaşması üzerine, 24 Ocak 1980’de, IMF istekleri, buna, II. Dünya Savaşı sonrasına benzer bir “dayatma” da denilebilir, doğrultusunda bir dizi ekonomi politikası kararı alındı. 24 Ocak Kararları-1980 adıyla ve bütüncül bir anlayışla alınan kararlar, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra o tarihe kadar, inişli çıkışlı da olsa, uygulanmakta olan ithal ikamesi ile sanayileşmeye dayalı ekonomi politikasının terk edilmesi ve yerini ihracata dayalı büyüme politikasına bırakmasına dayanıyordu. Ekonominin işleyişi, elbette ekonomin kalkınması da, tümüyle serbest piyasa koşullarına bırakılıyordu. Serbest piyasanın tam egemenliği, kamu yatırımlarının bir tarafa bırakılması, özelleştirme ve devletin ekonomideki yerinin sınırlandırılması, anlamına gelir. ABD, Dünya Bankası ve IMF tarafından yapıldığı ve yakından izlendiği saklanmayan (The Economist, 6 Kasım 1984) Programa göre, her türlü mal, 12 hizmet ve para piyasalarında olduğu kadar, emek ve sermaye piyasalarında da tüm fiyatlar, arz ve talebe göre oluşacağından, arzı fazla olan işgücü ucuzlayacak, ücretler düşecek, sermayenin fiyatı olan faizler artacak, KİT’e gereksinim kalmayacaktı. Düşük ücret, ihraç ürünlerinin, fiyat yönünden dış rekabet gücünü artıracak; ihracata dayalı büyüme gerçekleşecekti. Dış rekabetin asıl dayanağı “ucuz emek” olacaktı. Bu politika aynı zamanda dış piyasada rekabetin yalnızca fiyat rekabetine dayanması ya da parasal olması anlamına geliyordu. Böylelikle, dış rekabetin de sağlıklı ve kalıcı olabilmesi için, teknolojik yeniliğe, verimlilik artışına ve niteliğe dayalı olması gerektiği bir tarafa bırakılıyordu. Ayrıca, ücretin serbest piyasada arz ve talebe göre belirlendiği bir ortamda sendikacılık anlamsızdı. Devletin ekonomideki yerinin olabildiğince sınırlandırılması, özellikle de sanayi alanında sabit sermaye yatırımları yapmaması, diğer olumsuz etkileri yanında DPT’yi de gereksiz kılıyordu. KİT ürünlerinin fiyatının serbest piyasada oluşacak olması politikasının bir gereği olarak KİT artık gereksizdi ve satılmalıydı. Nitekim özelleştirmeye hemen başlandı, üstelik o yıllarda bilişim ve iletişim teknolojisinin emekleme aşamasından ayağa kalkmaya başladığı yıllarda Türkiye’nin bu alanda önde gelen kamu kuruluşu PTT’nin bir alt birimi olan TELETAŞ satıldı; ülke, bir bakıma beynine kurşun sıkıyordu. Program, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle oluşturulan hak ve özgürlüklerin çok sınırlandırıldığı bir ortamda kolayca uygulandı. 2. Uzun Bunalım Yılları İzleyen yıllarda ihracata dayalı büyüme politikası, ihracattan sağlanan dövize yüksek oranda teşvik verilerek başarı ile uygulandı; 1989’da, o zamana kadar TCMB tarafından saptanan ve zaman zaman devalüasyonlara konu olan döviz kurunun da serbest piyasaya bırakılması yoluna gidildi. Uygulanan serbest piyasa politikasının “para piyasalarında” da tamamıyla geçerli kılınması sonucu ekonomiye dışardan gelen ve dışarıya çıkan her türlü finans işlemleri üzerindeki her türlü sınırlama ve denetimler kaldırıldı. Bu süreçte, TCMB’nin elindeki alım-satım araçlarını kullanarak her yıl bir enflasyon hedeflemesi oluşturması ekonomik istikrar için yeterli olacaktı. Ancak serbest piyasacı politikaya, gerekli ön hazırlıklar yapılmadan ya da hızlı geçişin de bir sonucu olarak döviz kuru dalgalanmaları devam etti; cari işlemler 13 açığının ve dış borçların çok artması, istikrarsızlıkların kaynağı oldu. Dahası Sovyetler Birliğinin 1989-90’da kendiliğinden dağılması sonucu oluşan ve küreselleşme denilen süreç, ekonominin ve ülke siyasetinin dış ilişkilerinin yeniden biçimlenmesine yol açmaktaydı. Aynı yıllarda, serbest piyasacı ekonomi kuramının “arz yanlı iktisat” yaklaşımının oluşması ve bu piyasanın temel özelliklerinin özetleyen ve dünyanın en büyük sekiz ülkesi tarafından benimsenen Washington Uzlaşması, 1995’te AB ile Gümrük Birliği Anlaşması yapılması, yeni bir yapılanma döneminde olan Türkiye ekonomisini de kaçınılmaz olarak etkiliyordu. Ülke ekonomisi, 1994 krizini yeni bir IMF anlaşmasıyla atlatmaya çalışsa da, 1999’da çok daha ağır bir ekonomik krizle karşılaştı. Krizden çıkış için, yukarıda kısaca özetlenen 1980’in serbest piyasacı ekonomi politikalarını tamamlayan ve daha ileri bir düzeye taşıyan yeni bir program, güçlü ekonomiye geçiş programı-GEGP uygulamaya konuldu. 3.GEGP ile Gelen GEGP, krizin nedenleri olarak, sürdürülemez iç borç dinamiği, örneğin toplanan vergilerin 1990’da yüzde 30’u faiz ödemelerine giderken, 1999’da bu oranın yüzde 72’ye çıkmış olması; vergi oranının yüksek, vergi tabanının dar olduğu; banka sisteminin esas olarak devlete borç veren bir özellik kazandığı, bankaların ağır döviz yükümlülüklerinin onların varlık yükümlülük dengesini aşırı ölçüde bozduğu saptaması yapıyor. GEGP, istikrarsızlığı ortadan kaldırmayı ve “bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmayı” amaçlıyor. GEGP bu amacı gerçekleştirmek için “dalgalı kur sistemi içinde enflasyonla mücadeleyi kesintisiz ve kararlı bir biçimde sürdürmeyi, bankacılık sektörünü reel sektörle sağlıklı ilişkiler kuracak, hızlı ve kapsamlı bir biçimde yeniden yapılandırmayı; kamu finansmanını güçlendirmeyi ve bunların toplumsal uzlaşma içinde uygulanması için gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeleri öngörüyor. Kurumsal düzenleme çerçevesinde, bankacılıktan enerjiye, kamı ihalelerinden telekomünikasyona yedi bağımsız düzenleme ve denetleme kurumu oluşturuldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler benzeri bir yaklaşımla piyasaların fiyat ve kalite rekabeti ile çalışmaları sağlanacaktı. Özellikle kamu kesiminin mal ve 14 hizmet satın almasının ya da kamu ihale düzeninin açık ve yarışmacı bir yapıya kavuşturulması gerçekleştirildi. Devletin sermaye kesimlerine eşit uzaklıkta olması ilkesi yeniden yasalaştırıldı. Bu çok önemli kurumsal düzenlemeler, “bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır” vurgusu yapılarak, 1971’den sonra adım adım yitirilen TCMB’nin tam bağımsızlığı sağlandı. 4.AB’ye Tam Üyelik GEGP hazırlandığı 1999-2001 yıllarında bir başka önemli adım daha atıldı; yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılarak, Türkiye’nin, 1959’dan buyana istediği, 1987’de başvurduğu, 1995’te gümrük birliği yaptığı AB’ye tam üyeliğine giden müzakerelerin başlamasının yolu açıldı. Böylece Türkiye, ekonomi politikasında Birliğin Maastricht kriterlerine; siyasal bakımdan da Kopenhagen kriterlerine uyacağının güvencesini veriyordu. Tam üyelik görüşmelerine 2005’te başlandı. 5.Yatırım Ortamı ve Büyüme Bu gelişmeleri, 12 Eylül 1980 sonrasında girilen, yaklaşık 20 yıl süren, ekonomiyi de çok olumsuz etkileyen, bunalımlarla dolu ağır siyasal istikrarsızlık döneminin 2002’de tek parti iktidarı ile sona ermesi izledi. Ekonomik ve toplumsal olarak çok pahalıya mal olan ve uyum sorunları nedeniyle de tam yerleşmesi çok uzun bir süre alan ihracata dayalı büyüme uygulaması sonunda bir toparlanma dönemine giriyordu . Ülke 2000’li yıllara, GEGP, AB tam üyeliği yolunun açılması ve siyasal istikrar üçlüsünün oluşturduğu, yerinde bir tanımlamayla, “uygun yatırım ortamı” ile girdi. Bu üçlüyü diğer gelişmeler tamamladı ve daha da güçlendirdi: bunlar “doğrudan yabancı sermaye girişlerinin, 2006-8 üç yılında yılda ortalama 20 milyar doların üzerine çıkarak, ”görülmedik” ölçüde artması; “hızlandırılmış özelleştirme” ekonomik büyümenin “tüketim çekişli” bir nitelik taşımasıydı. a. Hızlandırılmış Özelleştirme 15 Özelleştirme uygulamasına 1980 sonrasında serbest piyasa ve ihracata dayalı gelişme politikası kapsamında başlandı. Başlangıçta, özelleştirme ile rekabetin güçlendirilmesi, devletin mali yükünün azaltılması, sermaye sahipliğinin toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılması ve kaynakların daha etkin ve verimli kullanılması amaçlanmaktaydı. Satış fiyatı da beklenen getiri/1+faiz oranına göre hesaplanacaktı. Uygulamada bu ilkeler ve satış fiyatı formülü tamamıyla kâğıt üzerinde kaldı. Pek çok büyük KİT’in satılıp satılmayacağı belirsizlikte bırakılarak, değersizleştirilmeleri süreci yaşandı. Sonra da “piyasa ekonomisinde bir malın değerini alıcı belirler” gibi ekonomiye giriş kitaplarında anlatılan serbest piyasada fiyatların arz ve talebe göre belirlendiğine bile uymayan bir uygulama ile özelleştirme 2000’lı yıllarda çok hızlandırıldı. O kadar ki 1980’lerde başlangıcından 2003’e kadar toplam sekiz milyar ABD doları dolayında özelleştirme yapılmasına ve bunun yaklaşık yüzde 42’sinin hazineye aktarılmasına karşın 2004’ü izleyen 15 yılda yapılan 60 milyar dolar dolayındaki özelleştirme gelirlerinin yüzde 90’dan fazlası hazineye aktarılmıştır. Bu tarihten sonra doğal olarak özelleştirme kimi kamu taşınmazlarının satışıyla sınırlı kalmaktadır. Özelleştirme sürecinde, KİT’in uzun süre satış için bekletilerek işlevsiz kılınmasına ve satış fiyatının saptanmasında alıcı odaklı bir yaklaşım izlenmesine ek olarak, başka büyük yanlışlar da yapıldı. Önce, satılan KİT’in “niteliğine” bakılmadı, stratejik olan olmayan ayırımı yapılarak uzun dönemde üretim teknolojisine, etkinlik ve verimlilik yönünde, olabilecek katkılara, TELETAŞ örneğinde olduğu gibi dikkate alınmadı. Sonra, küresel düzeyde rekabet edebilecek büyük ölçekli KİT satılarak- THY bunun tek istisnasıdır- ekonomin dış rekabet gücü sınırlı kaldı. Üçüncüsü, KİT’in oluşturduğu nitelikli personel ve kurumsal yapı birikimi dağıtılarak ülkenin üretim gücü zayıflatıldı. Ek olarak, özelleştirme süreci, yalnızca maden, enerji, sanayi ve ulaşım-iletişimle sınırlı kalmadı, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanlarda da kamunun “hizmet üretimi” de özelleştirme sürecine sokuldu. b. Tüketim Çekişli Birikim ve Büyüme 16 Ekonomi 2000’lı yılların ilk on yılında yukarıda özetlenen gelişmelerin bir sonucu olarak sağlanan ekonomik ve siyasal istikrar ortamında denilebilir ki, bir tüketim patlaması yaşadı. Bu dönemde, 1990’ların ekonomik krizleri nedeniyle ertelenmiş olan tüketimin hızla canlanması gerçekleşti; kredi kartlarının kullanımının çok hızla artması; bu bağlamda, özellikle üç alanda, konut sahipliği, özel otomobil edinme ve hava ulaşımında sıçrama denilebilecek çok büyük artışlar sağlandı. Bu süreçte, büyük kentlerde gecekondudan apartmana geçiş süreci hızlandı; kentsel dönüşümler gerçekleşti; dışsatımla birlikte inşaat ekonominin sürükleyici sektörü oldu. Ancak, apartmanlaşma süreci de, tıpkı 1950 sonrasının gecekondulaşmasında yaşandığı gibi metro başta olmak üzere kent içi ulaşım ve diğer altyapı olanaklarının ve park, bahçe gibi sosyal tesislerin çok yetersiz kaldığı bir biçimde gerçekleşti. Tüm bu olumlu gelişmeler sonucu ekonomin yıllık büyüme oranı 2003-2007 beş yılında yüzde yedinin üzerinde gerçekleşti. 6.Durgunluk ve Yeniden Bunalım a. Ekonomi Politikasının Rayından Çıkışı Küresel kapitalizm, ABD’de 2008’de konut ödemeleri darboğazı ve banka iflaslarıyla başlayan ve dalga dalga tüm dünyaya yayılan ilk büyük ekonomik bunalımıyla karşılaştı. 2008 Bunalımı ABD Merkez Bankası (FED) Başkanının söyleriyle, kanıtladı ki “serbest piyasanın yanlışlarını yine kendisinin düzelteceği varsayımı geçerli değildir (A.Greenspan). Krizden çıkış için devlet desteği ya da büyük ölçüde halkın ödediği dolaylı vergilerden özel sektöre destek gerekiyor. Ek olarak, küresel ekonomik kriz Türkiye ekonomisini iki bakımdan, a. yabancı sermaye girişlerinin ve b. ihracatın azalması bakımlarından, çok olumsuz etkiledi. Bu olumsuzluklara, bir taraftan ülkenin siyasal yönetim yapısının parlamenter hükümet sisteminden başkanlık sistemine geçmesi, diğer taraftan da, GEGP uygulamasından ve AB’ye tam üyelik süreçlerinden uzaklaşılması eklendi. Bu bağlamda, özellikle bağımsız düzenleme ve denetleme kurumlarının etkisizleştirilmesi; TCMB’nin bağımsızlığına son verilmesi ve kamu ihale sisteminin açık, eşitlikçi ve rekabetçi özelliklerini yitirmesi süreçlerine girildi. AB tam üyeliği de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 17 kararlarına uyulmaması ve Kıbrıs gibi siyasal uyuşmazlıkların da etkisiyle tamamıyla askıya alındı. Ülkenin yönetim yapısının köklü bir biçimde, parlamenter demokrasiden uzaklaştırılarak tek kişiye bağlı yönetim yönünde değiştirilmesi, eğitimin dinselleştirilmesi; ekonomi politikasında faiz sebep, enflasyon neticedir noktasına varılması ve ekonomi yönetiminin kurumsal yapısında yaşanan köklü değişimler AB’den uzaklaşma ile birlikte ekonominin yeniden enflasyon ve döviz darlığı olarak ortaya çıkan bunalıma sürüklenmesine neden oldu. Kısaca bir halk türkümüzde söylendiği gibi, “bizim eller”, artık “dumanlı, dumanlıydı” “ Kültürel yönü benim Türkiye Ekonomisi çalışmamın önemli bir özelliğidir. 7.Derinleşen Niteliksel Sorunlar a. Genel Ülkenin ekonomisini de etkileyen çok önemli yapısal sorunları var. Bunların başında katılımcı ve özgürlükçü bir demokrasinin eksikliği; kişisel, siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda insan haklarının yetersizliği; hukuk ve kurumlaşmanın aşırı zayıflığı; eğitim, bilim, kültür ve sanatın toplumsallaşmasının gelişememesi; eşitlik anlayışının hızla zayıflaması çevre duyarlılığının ve barışın geçerliliklerini yitirmeleri, sayılmalıdır. Ülke siyasetinin, yasama, yürütme ve yargısıyla, hak ve özgürlükleri daha da kısma yönünde yeniden yapılanması ve özellikle AB’ye tam üyelik sürecinin askıya alınması ekonominin yatırım ortamını çok olumsuz etkiliyor. Bunlara iç barışın sağlanamaması ve “toplumsal yapıyı” sarsacak yönde giderek ağırlaşan göçmen sorunu da eklenmelidir. Bu bağlamda, ekonomik ve toplumsal gelişmenin temelini oluşturan nitelikli insan gücü yetiştirilmesinin önkoşulu olan bilimsel eğitimin geçmiş 18 yıllardaki yetersizliği, son yıllarda, bilimsel eğitimden uzaklaşılması ve 1930’ların tam tersi beyin göçü ile giderek çok ağırlaşıyor. Günümüzde, ana okulundan başlayarak eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılması; her türlü bilimsel araştırmanın temeli olan Evrim Kuramının 2016’da ortaöğretim ders kitaplarından çıkarılmış olması , Büyük bir olasılıkla ülke yönetiminin dünya görüşü uyuşmayan yaratıcılık konulu araştırmalar yaptığı için, ile 2012’de, the European Organization for Nuclear Research,-Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu CERN’ e Türkiye’nin aday üyelikten tam üyeliğe geçişi bu ülkenin yönetimi tarafından reddedildi, sonrasında sözüm ona bir ara çözüm bulundu. Ek olarak, ; söz konusu olduğunda bu Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu-TÜBİTAK ve Türkiye Bilimler Akademisi-TÜBA ve dahası, sayıları son yirmi yılda üçe katlanan üniversitelerde, ülke genelinde hak ve özgürlüklerin aşırı sınırlı olmasının ve yönetim özerkliğinin yokluğunun da etkisiyle bilimsel araştırma özgürlüğünün varlığından söz edilemiyor. Süreç yükseköğretimde de Diyanet Akademisi kurulmasıyla devam ediyor. Bunlara ek olarak, ekonominin niteliksel sorunları başlığı altında üç konuya kısaca değiniliyor: işgücünün kesit olarak durumu; AR-GE yetersizliği ve güven vermeyen resmi istatistikler. Önce, işgücünün niteliği, ekonomik ve toplumsal açısından çok önemli bir sorundur. Nüfusun, 15-64 yaş kesiti içinde bulunanların, çalışan + işsiz toplamı/ toplam çağ nüfusu olarak tanımlanan İşgücüne Katılma Oranı-İKO, önemli, bir göstergedir. Örneğin, ayrıca değinilecek olan “güvenilirliği” bir tarafa, TÜİK’in en son verileri durumu açıklıyor. Nüfusun çalışma çağı olan 15+yaş grubunda 65,4 milyon kişi bulunuyor. Çağ nüfusunun yüzde 3,6’sı okuma yazma bilmiyor (2018, %15 E, %85K); yüzde 35’ilk ve orta öğretim; yüzde 24 lise; , beşte dördünden fazlası yalnızca yüzde 18’i de lise sonrası eğitim almıştır. Bunların yalnızca 34,6 milyonu Haziran 2023’te işgücünü oluşturuyor; 30,8 milyonu işgücüne katılmıyor. Bu durumda İKO, yüzde 52,9 oluyor. Bu oran gelişmiş ekonomilere göre çok düşüktür. İKO, erkeklerde %70,7 iken kadınlarda bunun yarısı kadar, %35,5 oldu. Bu olgu, öncelikle, ekonomik “bağımlılık” anlamına gelir ve bu olgu toplumsal ve siyasal boyutlarıyla düşünülmelidir. 19 Sonra, işgücüne katılanların toplamı 31,3 milyondur ve bunun 21,1 milyonu erkek, yalnızca 10,2 milyonu kadındır ya da ülkede, “her iki erkeğe karşı bir kadın” çalışıyor. Ek olarak, aynı ay, piyasada geçerli ücretten iş aradığını belgeleyen, 1,8’i erkek 1,5’i kadın olmak üzere 3,3 milyon işsizdir. Eklemekte yarar var, aynı verilere göre 15-24 yaş grubu “gençlerde işsizlik”, erkeklerde yüzde 15,4, kadınlarda yüzde 24,2 ve ortalama yüzde 18,6 düzeyindedir. İşgücünün bu sayısal özelliklerini tamamlayan eksikleri var; kayıt dışı çalışanlar, toplamın üçte biri dolayındadır; sendikal örgütlenme ve sendikal hakların kullanımı çok sınırlıdır; ortalama ücret asgari ücrete yakındır; çocuk işçiliği ve iş kazaları çok yaygındır. b.Asıl Büyük Sorun: (AR-GE) Yetersizliği, Bu sorun, günümüzde, ülke ekonomisinin, giderek toplumun gelişmesinin çözümü gerekli en önem sorunudur. Kapitalist gelişmenin 1850’lerden sonra giderek artan oranda teknolojik gelişme ekseninde gerçekleştiği, 1950’lerde ürün fazlasının oluşmasında, emek ve sermayeye ek olarak teknolojinin de katkısı olduğu saptandı. Bu süreç 1980’lerde teknolojiyi içselleştirmiş büyüme teorisini doğurdu. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında giderek bilincine varılan ve ekonomi teorisinde ve uygulamada “teknolojinin hızla gelişmesinden” gidilerek her yıl “ulusal gelirden araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) ayrılan pay” güçlü devlet olmanın ve gelişmenin temel göstergesidir. Araştırma özgürlüğü varsa ve kurumlaşma gerçekleşmişse, bunların, nitelikli eğitimle ve yeterli parasal kaynakla tamamlanması gerekir. Bir uluslararası karşılaştırma yapmakta yarar var. Her yıl ulusal gelirden Ar-Ge için ayrılan pay ölçüsüne göre İsrail yılardır “dünya birincisidir”. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü- OECD’nin en son (2021) verilerine göre İsrail yıllık ulusal gelirinin yüzde 5,6’sını Ar-Ge için ayırıyor. İsrail’i G. Kore (% 4,9) ABD (%3,5) İsveç (%3,4) ve Almanya (% 3,1) izliyor. Merak ediyorsanız Türkiye’nin toplam ulusal gelirden Ar-Ge için ayırdığı payın 2021’de % 1,4 ile OECD sıralamasının, sonlarında yer almakta olduğunu ve on yıllardır hemen hiç artmadığını belirteyim. 20 “Birikimli” olması gereken AR-GE’ye ayrılan parasal kaynak, yıllardır, ulusal gelirin yüzde biri dolayındadır. Oysa birikimli bir biçimde AE-GE yapılabilmesi, bilimsel üretim gerçekleştirilebilmesi ve buna dayalı ekonomik ve toplumsal gelişme için bu oranın “en az” yüzde iki olması gerekiyor. Ek olarak, AR-GE, özel ortaklıklar, devlet kurumları ve üniversite üçlüsü tarafından yapılır. Başarılı olmaları için kendi içinde güçlü ve biri biriyle eşgüdüm içinde çalışması ve bir “ulusal yenilik sistemi” -UYS oluşturması gereklidir. UYS, girişimlerin, üniversitelerin ve kamu araştırma birimlerinin, tam bir özgür ve özerk ortamda kurumsal olarak AR-GE’ye odaklanmalarını ve eşgüdüm içinde çalışmalarını gerektirir; ek olarak, UYS, çok güçlü bir bilimsel eğitim altyapısı ile desteklenmelidir. Günümüzde hemen tüm bilimsel gelişmelerin kaynağı olan Evrim kuramını ortaöğretim programlarından çıkarılması, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırmalar Kurumu-TÜBİTAK, Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA ve üniversitelerin, iki önemli konuda, bilimsel özerklik ve araştırma özgürlüğü konularında çok yetersizdir. Başarılı olmaları için aralarında olması gereken eşgüdüm de yoktur. Özel ortaklıklar teknolojiyi çok büyük ölçüde dışardan satın alıyor. Üniversite, yönetim özerkliği ve bilimsel özgürlük olmadığı için yeterli sayı ve nitelikte AR-GE yapamıyor; bilgi üretemiyor. Oysa günümüzde istikrarlı bir ekonomik yapı ve büyüme, özellikle de dış rekabette başarı yalnız ve ancak güçlü bir AR-GE temeli üzerinde gerçekleştirilebiliyor. Bu noktada bir uyarı yapılmasının zamanıdır. Ülkemizde giderek etkili ve belirleyici olmakta olan düşünce, teknolojik gelişme ile kültürel gelişme ayırımı yaparak, dışarıdan yalnızca teknolojik gelişme alınmalı; kültürel gelişmenin alınmasına gerek yoktur. Bu görüş, irdelenirse görülür ki, temelinde insanın “yaratıcı olamayacağı” gibi bilim dışı bir anlayışa dayanır. The European Organization for Nuclear Research, known as CERN, CERN’e “aday üye” olan Türkiye’nin 2012’de tam üye olmaya çağrılmasına karşın bunu reddedip, 2014’te bir ara çözüm bulunarak “ortak üye” olmasının asıl nedeni budur. c.TÜİK? 21 Kamu kurumlarının AR-GE açısından gerçekten acıklı durumunu son 10-15 sene boyunca yaptıklarıyla Türkiye İstatistik Kurumu- TÜİK, eski DİE, kanıtlıyor. TÜİK, ekonomik büyüme başta olmak üzere en temel konularda ölçümlerinde bilimsellikten çok uzaklaştı. Kurumun,, özellikle enflasyon, işsizlik ve gelir dağılımı istatistiklerine, değil bu konuda araştırma yapanlar, sokaktaki yurttaş bile güvenmiyor. Ayrıca vurgulamakta yarar var; TÜİK’in bugünkü durumu tek başına çok bir ağır sorundur. Çünkü, ekonomi ile ilgili tüm karar alıcıların, bunlar ister işçi ve işveren olarak üretici, ister satıcı ya da alıcı olsun karar almalarına olanak vermiyor; ekonomi ile ilgilenenleri yerinde bir deyimle “körleştiriyor”; maaş ve ücretlerin saptanmasını belirsizliğe itiyor; devletin gerektiğinde sağlıklı ekonomi politikası oluşturulmasına ve uygulamasına olanak vermediği gibi, en az bunlar kadar olumsuz ve yıkıcı olarak ekonomik ve toplumsal konularda bilimsel çalışma yapılmasını da çok sınırlandırıyor; doğrusu engelliyor.
D.DEĞERLENDİRME VE EKONOMİNİN GELECEĞİ
Dönülüp bakıldığında görülen, ekonominin 1930, 1950, 1960 ve 2003’lü yıllarda, üçer-beşer yıl boyunca 1989-90’da bir-iki yıl büyüme oranı sayısal olarak, diğer dönemlere göre daha yüksektir. Ancak, büyümenin niteliğine, ülkenin üretim güçlerinin ya da emek ve sermayenin üretkenliğini artırma ya da aynı anlama gelmek üzere üretim olanakları eğrisini genişletme başarısına bakıldığında, bunların içinde 1930 ve 1960 yıllarının ekonomik büyümeleri, uzak ara diğerlerinden çok daha başarılıdır. Neden? Bu iki dönemin ortak özelliği, ekonomi politikası kararlarının ülke yönetiminin göreli olarak daha bağımsız karar alma olanağı bulmuş olmasıdır. Bu durum özellikle 1930’lar için geçerlidir. Bu iki dönemin ayrı özellikleri de var: Birincisi büyümenin “kurumlaşma” ile desteklenmesi; ikincisi de gerçekten olağanüstü hak ve özgürlük ortamında yerli araştırma ve geliştirmeye dayalı olmasıdır. Yüz Yıllık Geçmişi, Ekonominin Geleceğini Belirliyor Yinelemekte yarar var. Cumhuriyet, tarihsel olarak, insanlığın, ürettikçe aklıyla ve bedeniyle özgürleştiği ve özgürleştikçe de daha çok ve nitelikli ürettiği evrensel gerçeğinin bilinci ile kuruldu. 22 Cumhuriyet ekonomisinin “ilk yüzyılı”, bu genel doğruya göre görülen, hukuk devleti ve kurumlaşmaya; eşitlik, özgürlük ve barışa; bilimsel eğitime ve yerli üretime önem verilen dönemler, diğer dönemlere, gerek sayısal, gerekse niteliksel olarak üstünlük sağlıyor. Küresel denizlerde başarı ile yüzmek için, Türkiye’nin Cumhuriyet ile kesinleştirdiği Avrupa ülkesi özelliğinin ve ekonomisinin de temelini oluşturan bu değerlerin, günün koşullarına uygun olarak güçlendirilmesi çok büyük bir önem taşıyor. Özellikle bilişim ve iletişim odaklı teknolojik gelişmelerin, yalnızca kullanılarak değil, yerli üretimine dayalı olarak içselleştirilmesi gerekli ve zorunludur. Biliyorsunuz, ekonomi biliminin temel sorusu, ürün fazlasının kaynağının ne olduğudur. Tarihsel gelişimi içinde ticaret (Merkentilistler) tarım (Fizyokratlar) sanayi (Klasikler) ve sonrasında bunların tamamı ve günümüzde de Ulusal Yenilik Sistemine Dayalı üretim teknolojisi fazlanın kaynağıdır. Türkiye Cumhuriyeti II. Yüzyılına girerken, ekonomik ve toplumsal gelişmenin, bilim-teknoloji bütünlüğü içinde gerçekleşebileceği, bunun kültür, sanat ve spor gibi insan yaratıcılığının ve gelişmesinin tüm boyutlarıyla tamamlanması gerektiği bilinmelidir.. Eskiye öykünmenin sonucu açıktır. Osmanlı, sanayi devrimini ıskaladı, yarı sömürge oldu ve battı. Cumhuriyetin deneyimi, birikimi ve aklı, bilişim ve iletişimin “ıskalanmasına” izin vermemelidir. 29 Ekimde, 100. Yıl bağlamında yaşanan “Cumhuriyetin olağanüstü coşkulu toplumsallaşmasının” da kanıtladığı gibi, vermeyecektir. Sizlerin çabalarıyla, Türkiye, Cumhuriyet’in değerlerine dayalı gelişme yolunu mutlaka bulacaktır. Hepinize başarılar, sevgiler.
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...