İstifa Bu Topraklardan Neden Silindi?
Portre köşesinde genellikle kişi portreleri yazarız. Ama bu kez böyle değil. Bu kez asgari onur ve vicdan sahibi herkese “neden?” sorusunu sorduran o “kişilik” portresine yakından bakacağız.
Burası Japonya değil. Onur intiharları asla yaşanmadı. Harakiri zaten bir Japon geleneği. Onura düşkünlüğün, hatalarda sorumluluk alıp gereğini yapmanın en üst, en uç örneği.
Zaten kimse onur intiharı beklemiyor. O, bize çok fazla. Hatta istifa edebilen insanların olduğu Batı’ya bile çok fazla ki, Japonya ile sınırlı kalmış bir gelenek harakiri.
De…
Ya istifa? Bu topraklarda istifa edebilen birileri neden yok? Siyasette, bürokraside, şu ya da bu şekilde bir koltuk ele geçirenin ölümüne o koltuğa yapışmaları nasıl açmazdır? Önceden de çok görmezdik “Ben beceremedim… Sorumlu benim… İstifa ediyorum.” şeklideki duruşları ama yine de kuyruklu yıldızı geçerken görmek gibi nadir olsa da arada bir denk gelirdik. Ama çok uzun zamandır o kuyruklu yıldız geçmez oldu.
Bakın… Deprem oldu, resmi açıklamalara göre 50 bin insan öldü, binlerce ev enkaza döndü, büyük bir trajedi yaşandı ve bu trajedinin her safhasında “yetkili kişilerin” sorumluluğu olmasına rağmen bir kişi bile istifa etmedi. İstifa etmeyen Türk insan tipi rezaletlere doymayan Kızılay Başkanı Kerem Kınık ile özdeşleşse de o sadece “istifa edemeyen koltuk sahibi” prototipinden sadece biri.
Peki neden?
GÜDÜ HİYERARŞİSİ DİYOR Kİ…
Güdüler hiyerarşisi der ki; ilk basamakta barınma, beslenme, güvenlik gibi güdüler baskındır. Bir sonraki basamağa geçebilmek için ilk basamaktaki meselelerin halledilmesi gerekir.
Barınma, beslenme, güvenlik… İnsana dair pek bir şey yok değil mi bu basamakta. Doğadaki herhangi bir canlı da tüm ömrünü benzer kaygılar etrafında geçirir.
İşte… İnsanı ‘insan’ yapan, onu değerli kılan, doğadaki diğer canlılardan ayıran özellikler sonraki basamakta ortaya çıkar.
Bu ilk basamağı geçince insan, sıradan bir canlı olmayı aşıp kendini gerçekleştirme basamağında ilerlemeye başlar. İşte sorumluluk alma, onur, utanma gibi bizim mevzuyu ilgilendiren “değerler” bu basamaktan sonra “belirleyici” olur.
Şöyle bir düşünün. Bugünü, bir yıl öncesini, on yıl öncesini veya daha da geriye gidin. Bu ülkenin gündemi ne zaman barınma, beslenme ve güvenliğin ötesine geçti? İnsanın kendini gerçekleştirmesine yönelik ihtiyaçlar ne zaman bu üç başlıktan daha baskın çıktı?
KORKULAR, KAYGILAR VE…
Maalesef… Bu topraklar bilerek ya da bilmeyerek ısrarla bu üçlü fasit daireye hapsedildi. Tüm politikalar bu başlıklarda üretildi, tüm öncelikler bu başlıklara verildi, tüm vaatler bu başlıklara yönelik oldu. Ve günün sonunda hiyerarşideki diğer basamaklar ve oradaki gereksinimler ve oradaki “değerler” yok kabul edildi.
Başını sokacak bir evin var mı? Onu koru, mümkünse ikinciyi, üçüncüyü edin çünkü ne olur ne olmaz. Çocukların da aynı dertle dertlenecek çünkü onları da düşün. Bu; senin sürekli kaygın olsun.
Akşam eve götürecek yiyeceğin var mı? Onun için çalış. Çoluğun çocuğun aç kalmasın. Ne olur ne olmaz kenara da para at. Bu; senin sürekli uğraşın olsun.
Sokakta belki rahat geziyor olabilirsin. Ama dört tarafın düşmanla çevrili. Zaten bütün dünya sana düşman. Herkes işi gücü bırakmış topraklarına, kaynaklarına, coğrafyana göz koymuş. Asla güvende değilsin. Her türlü güvenlikçi politikayı ve politikacıyı baş tacı yap. Bu; senin sürekli korkun olsun.
Korkularını, kaygılarını, bunlara uygun uğraşlarını yığdın mı heybene. Tamam. Şimdi bir koltuk sahibisin. Bunlara karşı en önemli kalkanın senin.
OLUŞTURULAN İNSAN TİPİ NE KADAR İNSAN?
Altyapın yeterince zehirlemiyormuş gibi bir de günlük “yeni gerçeklik” propagandası pompalanınca zaten olmayan, yukarıda bahsettiğimiz bir üst basamaktaki “değerler” tamamen değersizleşiyor ve hikâye tamamlanıyor.
Düşünün… Son yıllarda televizyonlarda neler izlettiler bize? Yarışma formatına sokulmuş programlarda hep bir alt metin zerk edildi beyinlere: Kazan. Yeni gerçekliğin tek ilahı her ne olursa olsun kazanmaktır. Arkadaşını satabilirsin, her türlü çirkefliği yapabilirsin, her oyunu oynayabilirsin ama yeter ki kazan.
Utanmazlığın, had bilmemenin medeni cesaret olarak servis edildiği bir gerçeklik dayatıldı. Herkes kendini süper yetenekli, her şeye layık “seçilmiş kişi” olarak gördü. Bilmeyen yoktu artık, beceremeyen yoktu, bu bana fazla diyebilecek kadar kendini tanıyan yoktu. Hal böyle olunca isterken utanmayan ve alınca da “vermeyen” insan tipi oluştu.
Sokaktaki adam neyse koltuk sahibi insan da aynıydı aslında. Bugün koltuğuna yapışan ve zorla sökülüp atılmadıkça oradan kalkmayan o insanlar, aslında bu çürümenin çirkin tortularından başka bir şey değil.
Not: İstifa kelimesine bile tahammül edemeyen, kavram olarak bile tahammül edemeyip “af” ikamesini getiren siyasi iradenin bu çürümedeki payı başka bir yazının konusu. Uzatmayalım dedik. Öyle işte!
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |