İki haftadır bu sütunda Peyami Safa üstadımızdan söz etmekteydim.
Bu hafta güncel konular yazayım dedim ama, olmuyor.. Ne yazayım? Atatürk anıtlarına yapılan saldırıları mı, laiklikten uzaklaşmaları mı, dini nikahlara doğru gidişi mi, icraattaki adaletsizlikleri mi? Hepsi kabus vesilesi.. Ligler başladı, spor yazayım dedim.. Fener oynuyor, Beşiktaş oynuyor, maçlar seyircisiz. Seyircisiz maç mı olur? Takımlar cezalı imiş.. Sahaya bakıyorsun, oynayan takım Türk takımı mı yoksa ecnebi mi belli değil.. Her takımda sadece iki üç Türk oyuncu, geri kalanı yabancı.. Milletin yüzü hiç gülmüyor..
Yok yok bütün bunları dile getirebilmeye kalkarsam bu sütunlar yetmez..
En iyisi ben Peyami Safa konuma devam edip noktayı koyayım.. Geçen hafta üstadımızın basın tarihindeki önemli yerini anlatırken, Tercüman’da, Son Havadis’te birlikte çalıştığımız yıllara da temas etmiştim.
Bu arada geçen hafta, şu olaydan da söz etmiştim: 1959 yılında ben Hukuk Fakültesi son sınıf talebesi iken, Lüksemburg’taki Dünya Ordulararası Futbol şampiyonasını Tercüman adına izleyeceğim diye Kara Ticareti imtihanıma girmemiş, Can Bartu’lu, Metin Oktay’lı takımla birlikte Lüksemburg’a gitmiştim. Halbuki istesem o seyahate gitmez, mezuniyetimi bir yıl ertelemezdim.. Hatta o maçı gazeteye telefon kulübesinden yazdırırken Stadda saatlerce kilitli kalmazdım.. Neyse gazetecilik sevgisi çok başka şey..
O yıllarda Üniversitede de oldukça faaldim.. Demokrat Parti iktidarda idi.. Bilindiği üzere DP, 27 Mayıs 1960 İhtilali ile düşürüldü.. İhtilal öncesi günlerde, Üniversite olayları iyice büyümüş ve sıklaşmıştı. Bir olayda polisin talebelere karşı silah kullanmaya kalkışması üzerine dönemin rektörü Sıddık Sami Onar polislere mani olmak isterken yerlerde sürüklenmiş ve yaralanmıştı.
Başbakan Adnan Menderes, Üniversite gençliğini –bugün olduğu gibi-yandaşlarını kullanarak bölmeye çalışmaktaydı. Bunun için de, tıpkı bugünküler gibi dini alet olarak kulanırdı..
Üniversitede, öğrencilerin ibadet ettikleri büyük bir mescit vardı. İsteyenler Cuma ve vakit namazlarını falan mescitte kılarlar, yakındaki Şehzadebaşı, Süleymaniye camilerine gitmek zorunda kalmazlardı. 1960 ihtilalinden sonra bu mescit Rektör Sıddık Sami Onar tarafından kapatıldı.
Ben her zaman olduğu gibi, o gençlik yaşlarımda da dinin Allahla kul arasında kalması gerektiğine inanır, ne Devlet, ne başkası kimsenin ibadetine karışmamalıdır, derdim. Hele dinin siyasete alet edilmesinin en büyük suç ve terbiyesizlik olduğunu ileri sürerdim. Bu yüzden, çok sevip saydığım, İdare Hukuku hocam Sıddık Sami Onar’ın mescit kapatma kararına da itiraz etmiştim. Ve olayı Tercüman’da Peyami Safa’ya da anlatmıştım. Üstad da hemen mescit kararını eleştiren bir yazı yazmıştı..
İşte o yazıdan bazı satırlar:
NİHAYET KAPATTILAR!
“İstanbul Üniversitesindeki mescit nihayet kapatıldı.
İleri sürülen sebep, civarda isteyenlerin gidebileceği camiler olmasıdır.
Amerika'da ve Avrupa'nın lâik olan ve olmıyan memleket Üniversitelerinde katedral kadar muhteşem kiliseler ve şapeller vardır. Bu Üniversitelerin civarında da kiliseler ve şapeller vardır. Bundan dolayı, Üniversite içindeki mabedi kapatma kararı veren bir tek Üniversite görülmemiştir.
Türk kanunlarında, Üniversitelerimizin içinde mabed bulunmasını meneden bir hüküm yoktur. Devlet lâiktir. Bilhassa lâik olduğu için tarafsızdır, kimsenin ibadetine ve bu ibadetin yerini ve zamanını tayinine karışmaz. Hele Üniversiteler gibi vicdan hürriyetinin kalesi olan muhtar kültür müesseselerinde ibadet yerlerinin kapatılması ne kanuna, ne teamüle, ne de havsalaya sığar.
İstanbul Üniversitesindeki mescit bir meyhane, bir kumarhane, bir randevu yeri değildi. Bilâkis gençlerimizi içkiden, kumardan, fuhuştan ve zinadan koruyan ahlâk temelleriyle onları bütün kötü itiyatlardan uzaklaştıran bir dinin ibadet yolile vicdanları tasfiye eden bir mabediydi.
Üniversiteli gençler, bundan evvelki Hukuk Fakültesi Dekanı sayın Hıfzı Timur'dan aldıkları bir müsaade ile kendilerine verilen büyük bir odayı mescit hâline getirmişlerdi. Hayır sahiplerinin yardımı ile tavanına binlerce, lira değerinde bir avize asıp yere kıymetli halılar döşemişlerdi. İddia edildiği gibi mescidin yanı başında yüznumara ve pis kokular olduğu da tamamile yalandır. Öyle de olsa, Üniversite idaresinin vazifesi bu yüznumaraları temiz tutmak veya başka yere almaktır, mescidi kapatmak değil.
Sıddık Sami'nin rektörlüğüne kadar, diğer rektör ve dekanlar zamanında bu mescit gizli değildi, resmi gazetelerde bile çıktı. Hiçbir rektör, dekan ve Yönetim Kurulu bu ibadet yerini kapatmadı. Fakat Sıddık Sami geldikten sonra dışarda din düşmanı propaganda yine harekete geçti ve Üniversitenin Yönetim Kurulu mescidin kapatılmasına karar verdi.
Bu karar mescidi açanlara vaktinde tebliğ edilmemiş, içerdeki eşyanın sahiplerine iadesine ve münasip yerlere nakledilmesine zaman ve imkân verilmemiştir. Mescit bir baskın şeklinde anî olarak kapatılmış ve eşyası ayniyyata naklolunmuş..
Karar insan haklarına, vicdan hürriyetine, milletlerarası Üniversite teamüllerine ve Türk kanunlarına aykırı olduğu gibi, hareket tarzı usulsüzdü. Bu meseleyi konuşmak için yeniden toplanacağı söylenen Yönetim Kurulunun verdiği yanlış kararı tashih etmesini temenni ederiz.” (Tercüman, 1960)
Peyami Safa hakkında, sağlığında ve ölümünden sonra olur olmaz iddiaları ileri sürenler olmuştu.. Aralarında Peyami Safa ateistti, dine saygısızdı, Atatürk karşıtı idi falan demeye kalkışanlar bile vardı. Şimdi diyorum ki, bu kişiler; yukarıdaki makaleyi bir kez daha okusunlar.. Ve onlara Üstadın şu sözlerini de hatırlatayım, hiç akıllarından çıkarmasınlar:
«Ben Allah'a, öteki dünya düşüncesinden en uzak olduğum çocukluk çağımda inanmaya başladım.. Allah fikri öyle bir güneştir ki, onsuz her izah karanlıkta kalır. Allah'a inanmak değil, inanmamak insanın boyunu aşar..» (*)
Büyük üstad, 15 Haziran 1961 tarihinde bir kalp sektesi sonucu vefat etti. Mezarı Edirnekapı şehitliğindedir. Allah rahmet eylesin.
(*) Peyami Safa/Toker Yayınları Edebiyat Kom. www.toker yayinları.com- Tel: 0535 3199349 ve [email protected]