Belma Baş, ilk filminde şaşılacak derecede ustalıklı görüntülerle çıkıyor karşımıza. Aslında bu özünde minimalist bir sanat filmi. Bu doğrultuda da Zefir adlı karakterin çevresindeki insanları öznel veya nesnel kullanış şekilleri bir hayli üç boyutlu ve özenli. Anlatmak istediği şey açığa çıktıkça ise bu şaşırtıcı kalite, bir anda yerini başka şeylere bırakıyor.
Akla yer yer Bresson’u, yer yer Nuri Bilge Ceylan’ı getiriyor
Öyle ki arka plana kadar tamamı net görüntülerle ‘dışarıdan gelen kadın’, ‘şelalede inek görme’, ‘dumanlı inek kaybolma’ gibi sahneler çok iyi halledilmiş. İnek gözünün yakın planının üç boyutlu hali de akla Bresson’un “Rastgele Balthazar”ındaki (“Au Hasard Balthazar”, 1956) eşeğin kullanımını, ineğin öldüğü kısım ise Tarkovsky’nin hipnotize edici yaklaşımını hatırlatıyor.
Çerçevelerinin ise Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi bu konunun ülkemizdeki başarılı temsilcilerini akla getirdiği söylenebilir. Ancak film; Zefir adlı köyde yaşayan bir kızın, annesinin gitmesiyle çektiği acının üzerine yoğunlaşmasıyla beraber bu görsel yapı çatırdıyor.
Hikayeyi ve tek boyutlu mesajı öne çıkarması zararına olmuş
Üstüne üstlük hikayesiz ilerleyen dünya bir anda içine yapma bir öykü alıyor. Bu sayede de aslında anne karakterinden şehri temsil etmesi için yerleştirilen yürüyüşçü kıza kadar bir ‘pastiş’ (başka şeylerden yapıştırma estetiği) dokusu hissediyoruz.
Aslında bu noktaya ulaşırken yönetmenin yapmak istedikleri, ilk 40 dakikada iyi işliyor. Ancak ‘Kahrolsun kapitalizm, yaşasın natüralizm!’ mesajını dingin sinemadan bağıra bağıra söylemeye geçince bir anda yerlebir oluyor.
İran ve Uzakdoğu sinemasının hayranı olmalı
Bunun ışığında da Uzakdoğu ve Asya sinemasında gördüğümüz ‘doğa görüntülerini filmin üzerine yerleştirme’ mantığının izini sürmeye başlıyoruz. Öyle ki bir anda bu kaliteli görüntülerin önünde netsiz bir örümcek ağı netleşiyor, bir salyangoz yürümeye başlıyor veya çok güzel diye çikolatalı mantarlar beliriyor. Karakterin bir anda kendini doğaya atıp ‘Annem gidip sanayileşmeye teslim olacaksa, bir daha hiç gelmesin!’ demek istemesi böylesi bir soyut dünyaya ihtiyaç duyuyor belki.
Ancak Baş’ın bu hedefinden ziyade İran sinemasının ‘doğa ile sanat sineması izleyicisini mest etme’ görüşünü yansıttığı söylenebilir. Öyle ki arka plan ile önplanı başarıyla kullanıp adeta ‘iki alanlı sinema dili’ yakalama ustalığını bırakıp böylesi imgelere teslim ediyor bir anda. Bunun devamında ‘Netsiz olan insan, net olan doğa görüntüsü’ odaklı bir görsel yapı akmaya başlıyor.
İlk film olarak yaptıklarını takdir etmek lazım
Bu noktadan sonra da düşüşe geçen film, haddinin üzerinde seyreden, daha doğru bir tanımla açıklamak gerekirse hikayesinin getirdiği noktada iğreti duran bir sonla bağlanınca, ilk film olmanın verdiği bütün açmazlara düşüyor. ‘Doğayla duygusallaşma’, ‘her şeyi yapabilirim’ isteği vs vs…
Ama yine de Belma Baş’ın ilerleyen dönemde buradaki kostüm kullanımından sanat yönetimine uzanan detaycı yapısıyla iyi işlere imza atabileceğini düşünebiliriz. Yani bir iz bırakıyor. Sadece natüralizm yapmak için duygusallaşmaması ve kendini kamerasına teslim etmesi dileğiyle. Burada akan şey belgesel değil kurmaca film öyle ki…
Künye:
Yönetmen: Belma Baş
Oyuncular: Seyman Uzunlar, Vahide Gördüm, Sevinç Baş, O. Rüştü Baş
Süre: 93 dk.
Yıl: 2010
HaberTürk
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...