67. Venedik Film Festivali’nin açılışında festivalin sanat sinemasına verdiği ağırlığı simgeleyecek güçte sağlam bir soluk bekliyorduk. Olmadı. Darren Aronofsky, Hollywood soslu gerilim türünün bildik reçetelerine farklı cinsel dürtülerin tuzuyla, seksin biberini de ekleyince, iki yıl önce burada Altın Aslan kazanan tartışmalı “Güreşçi”yi (The Wrestler) mumla aratan “Siyah Kuğu” ile kötü bir sürpriz yaptı.
New York’un göbeğindeki, yapay dalgalı, yapay Çaykovski gölünde, alı moruna, akı da beyazına karışmış kuğuların sözüm ona tutkulu kavgasını, hiçbir sinemasal tat alamadan izliyoruz. İyi bir oyuncu olan Fransız aktör Vincent Cassel bile New York operasında “Kuğu Gölü”nü sahneye koyan yönetmen rolünde cansız bir yorum sergilemekten kurtulamamış.
Filmin bir yerinde, mükemmelliğe ulaşmaya çabalayan başbalerine (genel vasatlıktan payını alan Natalie Portman) şöyle der: Her adımını önceden planlayıp uzun uzun çalışarak kusursuz olmaya çabaladığın kadar, içindeki duyguları, tutkuları, yeri geldiğinde de yüreğindeki siyah kuğuyu serbest bırak, kendin ol!
“Ölümsüzlüğe, ancak ölüme giden yolda ulaşmak” gibi klasik bir tema o kadar yüzeysel ve altı kalın çizilen sahnelerle dolu ki, yönetmene, filmdeki pırıltısız diyaloglardan birini yöneltebiliriz: Cassel, sevişmek istediği Portman’ın soğukluğu karşısında birden küplere binerek “Git evine de kendini okşa biraz” demekten alamaz kendini…
Neyse ki, La Mostra’nın ilk gününde “Venedik Günleri” yan bölümünün de açılışı vardı. Tahran hükümeti pasaportuna el koyduğu için, hapisten çıkmış olsa da ülkesinden çıkamayan “muhalif” yönetmen Cafer Panahi, kısa filmi “Akordeon” ile, ülkesinin hiç de ılımlı olmayan “İslami” yönetimini hoşgörüye davet ediyordu halbuki.
“Akardeon”un kısa ama tok sesinden sonra, aynı salonda, Fransız sinemasının çılgın ustalarından Bertrand Blier, “Buzların Sesi” (le Bruit des glaçons) ile, özgür yaratıcılığın iç serinletici soluğunu taşıyor beyazperdeye. 1970’lerde “Les Valseuses” ile parlayan Blier’nin yenilikçi sesi yine gümbür gümbür. Kolay kışkırtıcılığa kaçmadan iğneleyici olabilen, alabildiğine sivri sinema diliyle kanser hastalığı gerçeğine sürrealist bir yaklaşımla eğilen Fransız usta, sanat sinemasının ne olabileceği konusunda güzel bir ders veriyor.
Kendini beyaz şarabın buz gibi tadına koyvermiş bunalımlı orta yaşlı yazarın (Jean Dujardin), canını almaya gelen beyin kanserinin, insan kılığına bürünmüş celladıyla (Pascal Dupontel) nasıl “dostluk” kurduğunu ve bu ölümcül hastalıktan, kendisine gerçekten âşık olan (üstelik o da yakalandığı göğüs kanserinin celladıyla tanışmak ve boğuşmak zorunda kalan) hizmetçisinin (olağanüstü tiyatro oyuncusu Anne Alvaro) özverili has sevgisinin verdiği enerjiyle nasıl kanser elçilerine tuzak kurarak iyileştiklerini anlatan, düşündürücü ve gizemli bir sinemasal gerçekleştirmiş.
Açılış gecesi mutlu ve heyecanlı gözüken ana jüri başkanı Quentin Tarantino, Altın Aslan yarışına alınmayan (ya da katılmak istemeyen) Blier’nin filmini sevebilir miydi bilemiyoruz ama, Fatih Akın’ın başkanlığındaki Luigi Di Laurentiis jürisinin, en iyi ilk filme vereceği ödülü seçerken hangi tür sinemayı destekleyeceği, galiba Altın Aslan’dan daha fazla önemli taşıyacak…
Yeri geldiğinde Türk, ertesi gün de Alman yönetmen olarak tanıtılan, aslında her iki alt kimliğin ötesinde has bir sinemacı olan, geçen yıl “Soul Kitchen” ile Venedik’te Jüri Özel Ödülü’nü alan Fatih Akın’la birlikte çalışacak olan Nina Lath Gupta (Hindistan), Stanley Kwan (Hong-Kong), Samuel Maoz (İsrail) ve genç İtalyan oyuncu Jasmine Trinca’nın işleri gerçekten zor…
Cumhuriyet
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...