İngiliz Reuters haber ajansı 13 Mayıs’ta hükümetin Merkez Bankası kasasındaki “yedek rezervlerinden” 40 milyar lira, yaklaşık 6,6 milyar doları Hazine’ye aktaracağı iddiasını duyurdu. Kimi iktisatçılar, haberin doğru çıkmasının artık evdeki gümüşleri satmaya başlamak anlamına geleceğini söyledi. Bu haberde beni, ekonominin kötü gidişi kadar etkileyen bir başka unsur oldu.
Reuters haberini “üç ayrı ekonomi yetkilisine” dayandırıyordu. Yani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı tam da neredeyse siyasi geleceğini bağladığı İstanbul seçimi öncesi en çok zora sokacak haberlerden biri, kendi ekonomi bürokrasisinden çıkmıştı.
Yani, bürokrasi artık stratejik bilgileri dışarı sızdırmaya, dışarıya “biz uyardık, dinlemediler, bizden bilinmesin” mesajı vermeye başlamıştı.
Buna benzer bir duruma, 2001'deki büyük mali kriz öncesinde tanık olunmuştu. Başbakan Bülent Ecevit’in MHP lideri Devlet Bahçeli ve ANAP lideri Mesut Yılmaz ile kurduğu kırılgan koalisyonun çatırdama sesleri, ilk olarak bir sonraki iktidara “günah bizden gitti” mesajı verir gibi basına bilgi sızdıran bürokratlar kanalıyla duyulmaya başlamıştı.
Ekonominin döküldüğünü görmek için bürokrasinin konuşmasına aslında ihtiyaç yok, her şey ortada. Ama bürokrasinin bilmediğimiz ayrıntılardan da bizi haberdar etmeye başlaması neyi gösteriyor biliyor musunuz? İdarenin de dökülmeye başladığını. Bütün kilit görevlerdeki atamaların bizzat Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı (ya da binlerce dosyanın birikmesi nedeniyle yapılamayıp önemli mevkilerin “vekâleten” idare edildiği) ortamda, memurlar amirlerini “idareten” dinliyorlar. "İta zinciri" kırılıyor. Çünkü asıl talimatın Beştepe’den gelmesini bekliyorlar; öyle ya, onu o göreve atayan bizzat cumhurbaşkanı.
Suriye, PKK, S-400 derken bir de Kıbrıs
Üstelik düşürülemeyen hayat pahalılığı ve işsizlik, düşürülemeyen enflasyon ve faizler artık sadece yeni bir ekonomik programla düzeltilebilecek boyutta değil. Bağımsız ve tarafsız yargı sorunu zaten kronik, ona girmeyelim şimdi. Ama ekonominin gidişi Türkiye tarihinde hiç bu kadar dış politika sorunlarına bağlı olmamıştı.
Dış politikada Erdoğan hem ABD Başkanı Donald Trump, hem de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ciddi sorun yaşıyor. Trump, Türkiye’nin Suriye’deki ortağı, PKK’nın uzantısı YPG’ye “saldırması” durumunda NATO ortağı Türkiye’nin ekonomisini “mahvetme” tehdidinde bulunmadı mı? Diğer yandan Suriye’deki ortağımız ve ihtiyacımız olan petrolün yarısını oradan aldığımız İran’a uygulanan Amerikan ekonomik yaptırımlarına maruz kalmamız an meselesi. Bir de ABD’nin, Rusya’dan alınacak S-400 füzeleri nedeniyle Türkiye’nin ortak üreticisi olduğu F-35 uçaklarını teslim etmeme tehdidi var ki en stratejik sorun da bu. Tabii Erdoğan S-400 alımını iptal edecek olsa, bu defa Putin karşısına çıkacak. Türkiye’nin Suriye’de bu kadar rahat asker tutabilmesi sadece ve sadece Rusya’nın onayıyla mümkün olabiliyor.
Son iki aydır ısınan, ısıtılan bir sorun da Kıbrıs; ada etrafındaki petrol arama hakları nedeniyle restleşme… Bu konuda ABD ve Avrupa Birliğinden gelen uyarılara daha da milliyetçi bir lisanla karşılık veriyor, söz konusu olanın Türkiye ve Kıbrıs Türk halkının çıkarları olduğunu söylüyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, konuyu demeçleriyle gündemde tutmaya gayret ediyor. Kıbrıs’ta bir fiili durum, İstanbul’da tekrarlanacak 23 Haziran seçimi öncesi rüzgârın yönünü Ekrem İmamoğlu’ndan Binali Yıldırım’a çevirebilir mi?
Cevabı kesin bir “evet” olmasa da, bu geçerli bir sorudur.
Çünkü Erdoğan için şu anda ekonominin, idarenin, dış ve güvenlik politikasının dökülmeye başlamasından daha önemli olan tek bir sorun söz konusu: İstanbul’u geri alabilmek.
“İstanbul’u başaramazsak, bundan sonra…”
Ülke ekonomisinin neredeyse üçte birini üreten İstanbul’un belediye imkânlarının nerelere harcandığının bir kısmını, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bürokrasisinden sızan bilgi ve belgelerle görmeye başladık, YSK mazbatayı İmamoğlu’ndan geri almadan önce. Erdoğan, bu imkânlar kesilince, şimdi kendisine siyasi-ideolojik birliktelik için değil, çıkar birliği çerçevesinde de destek veren iş dünyasından tarikat ve cemaatlere dek bazı kesimlerin desteğinin kısa sürede kesileceğini bilecek siyasi deneyime sahip. AKP’nin kuruluşunda Erdoğan ve Abdullah Gül ile birlikte yer alan Bülent Arınç’ın "İstanbul’da başaramazsak, bundan sonra da başaramayız” demesi boşuna değil. Bir de kendi siyasi yükselişinin 25 yıl önce İstanbul belediye başkanlığı ile başladığını bilerek, İmamoğlu’nun önünü şimdiden kesmek istiyor; bu da işin siyasi-psikolojisi.
Erdoğan’ın 31 Mart seçimlerinden önce, seçimden yenik çıkarsa içeride, dışarıda ve ekonomide daha ılımlı bir siyaset izlemesi mümkün görünüyordu. Oysa İstanbul seçimlerini kayıp farkın az olmasını bir fırsat olarak gördü. Tamamen yasal olan itiraz süreçlerine YSK üzerine kurulan baskının gölgesi düşse de, seçimi iptal ettirdi.
Şimdi 23 Haziran’a 40 günden az kalmış halde ise oyun sert oynanıyor. Erdoğan, ne olursa olsun İstanbul’u almak istiyor; oysa ekonomide, dış ve güvenlik politikasında tam da seçim öncesi zora düşüyor. Erdoğan zora düştükçe, stratejik öncelikleri 23 Haziran’a dek askıya alıp ekonomide, iç ve dış siyasette daha da sertleşebilir. Ekonomide bunun işaretlerini Merkez Bankası ve iş dünyası üzerine kurulan fiyat, faiz ve “konuşmama” baskısında, iç siyasette “Her şey güzel olacak” gibi bir sözü neredeyse terörizmle eş tutmada, İmamoğlu destekçilerine kurulan baskıda görüyoruz. Dış politikadaki sertleşmenin Kıbrıs’ta seçim öncesi bir fiili durum ihtimali yüksek ama riski Suriye’de hem ABD, hem Rusya’yı karşıya alacak bir fiili durum kadar yüksek değil.
(Murat Yetkin, DW Türkçe)
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...