Üç yıllık Arzuhan Doğan Yalçındağ dönemi sizce TÜSİAD’da nasıl bir iz bırakmış olacak; acaba en çok neyle anılıyor olacaksınız?
Benim döneminde üç konunun öne çıktığını söyleyebilirim. Birincisi, sürekli olarak yapısal reformların geciktiğini, bu reformlar yapılmazsa ülkenin rekabet gücünün yeterince artmayacağını, bunun da ekonomik sıkıntılar yaratacağını söyledik.
İkincisi, AB sürecinin önceliğini devamlı vurguladık. Reformların aksamaması için uyarılarda bulunduk. Yavaşlama konusundaki kaygılarımızı belirttik.
Üçüncü önemle üzerinde durduğumuz konu da demokrasinin liberal niteliği oldu. Biz hep özgürlüğün önemine dikkat çekmek üzere liberal demokrasi kavramını vurguluyoruz. Bütün açılımlara bu gözle baktık ve destekledik.
Bunların dışında ise ben genelde uzlaşmacı bir karaktere sahip olduğumu düşünüyorum. Dolayısıyla başkanlığım süresince de bu tavrı ortaya koyma gayreti içinde oldum. Tartışmaları mümkün olduğunca sloganlarla değil, analitik bir yapıya oturtarak yapmak istedim. Sonuçta umarım bu gayretim üslupta da bir farklılık yaratmıştır.
Yani TÜSİAD’ın daha “yumuşak” veya daha “ılımlı” bir üslubu mu oldu?
Evet, çünkü Türkiye sertleşmelerden, bir araya gelip konuşamamaktan çok sıkıntı çekiyor. Konulara herkes sadece kendi penceresinden bakıyor. Milletçe empati kurmakta zorlanıyoruz. Ben sertleşmeden de bazı şeylerin yapılabileceğini gösterme gayreti içinde oldum.
Ama şimdi size bunları söylerken hatırlıyorum da Sarkozy’ye “Patolojik vaka” dedik, MHP ile bir dönem karşılıklı hiç de ılımlı olmayan söylemler kullandık. Çok dikkatliydik derken birden aklıma bunlar da gelmiyor değil, fakat tüm bunlar o sırada gösterilmesi gereken tepkilerdi, biz de gerekeni yaptık.
TÜSİAD’ın böyle bir misyonu mu var; “tepki gösterme”, “itiraz etme”, “çıkış yapma”...
TÜSİAD bu açıklamaları yaparken çıkış yapmış olmak için yapmıyor. Doğruları söylerken bu doğal bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Az önce dediğim gibi “Mümkün olduğunca hoş bir üslup getirelim, o üslup çerçevesinde tartışalım” derken, ben bile kaç kere sert açıklamalar yapmak zorunda kaldım. Sert olalım diye değildi, ama bu sonuç bazen kaçınılmaz oluyor.
Yalnız sizin başkanlığınız da Türkiye’nin en hareketli dönemlerinden birine denk geldi, değil mi?
Türkiye’nin her dönemi için “zordu” denir, ama galiba çok azı bizim dönemimiz kadar hareketliydi. Düşünsenize, göreve 367 tartışmaları, Cumhuriyet mitingleriyle başlayıp, sonra e-muhtıra, genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi, yerel seçimle devam edip, türban krizi, iki parti kapatma davası, Ergenekon süreci ve Kürt açılımıyla bitirdik. Bu arada da dünyada 1929’dan sonraki en büyük ekonomik buhranı yaşadık. Hakikaten bütün bunların üç yıla sığması enteresan bir rastlantı.
Tüm bu saydığınız olaylar karşısında sizce “konuşkan” bir başkan mı oldunuz, yoksa daha çok bir “izleyen” miydiniz?
Ne çok konuşkan, ne de sadece izleyen diyebilirim. Zaten TÜSİAD’da gelenekler çok gelişmiş. O gelenekler ve kamuoyunun beklentileri size ne zaman konuşmanız ne zaman izlemeniz gerektiği konusunda çok ipucu veriyor. Ayrıca çok iyi işleyen bir istişare mekanizması da mevcut.
Yönetim kurulu olarak aniden günün çok erken veya geç saatlerinde toplandığımız zamanlar olmuştur.
Mesela 28 Nisan sabahı gibi mi?
Evet, üstelik 28 Nisan gününün bende bir başka anısı da vardır. O gün kardeşim Hanzade evleniyordu. Biz bütün yönetim kurulu sabah 9’da düğünün yapılacağı yerde, bir odada toplandık. Bütün gün süren bir değerlendirme toplantısı yaşandı ve sonunda açıklamamızı o gün akşamüstü yayımladık.
Ne demiştiniz?
Karşı çıkmıştık tabii. Bu dönemde hâlâ azar tonunda bir açıklama... Olacak iş değildi.
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |