J. EDGAR
Orijinal Adı: J. Edgar
Yönetmen: Clint Eastwood
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Naomi Watts, Armie Hammer, Judi Dench
Atatürk’ün söylediği iddia edilen ama hiçbir belge bulguda gerçekliğine rastlanmayan, “Şurası unutulmamalıdır ki Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir, her görüldüğü yerde ezilmelidir” sözünün ‘Dış mihrak’lardaki uzantısında sanırım John Edgar Hoover’ı bulmak mümkün. FBI’ın başına çöreklendikten sonra koltuğundan ancak ölümün çekip alabildiği bu adam, sisteme dahil olduğu 1920’lerde ülke iki dertten mustaripti: Siyahlar ve komünistler (ya da Bolşevikler diyelim).George Washington Üniversitesi’nde hukuk okuduktan sonra 1917’de Adalet Bakanlığı’na adım atan Hoover, 1924’te Soruşturma Bürosu’nda başkan yardımcısıydı. Aynı yılın sonuna doğru da bir daha bırakmamak üzere, ‘Zirve’ye yerleşti. Çok geçmeden Soruşturma Bürosu’na ‘Federal’ takısı da eklenirken, Hoover tam 47 yıl bu kurumun başında kaldı.
Sekiz başkan (hiçbiri onun ayağını kaydıramadı) üç savaş gördü, özel hayatlarda gezindi, potansiyel tüm tehlikeler için ‘Gizli dosyalar’ hazırladı, yeni nesillere ‘Mükemmel bir Amerika’ bırakmak için çabaladı. Lakin bu ‘mükemmel’ tanımının içine kendi hayatını koyamadı. Annesinin gölgesi hep üzerindeydi, göreve getirildiğinde sevgilisi, karısı ve de hiçbir dostu yoktu. Sonradan dost çizgisini ‘aşan’ bir adamla, yardımcısı Clyde Tolson’la ayrılmaz bir ikili oldu.
Çoktan ermişler katına yükselen Clint Eastwood, bir bilge tavrıyla 82 yaşının baharında bile film çekmeyi sürdürüyor. Bir zamanların ‘Kirli Harry’si bugüne kadar 35 kez kamera arkasına geçerken 1988’de ilk kez ‘Bird’le biyografik bir öyküye soyunmuştu. Efsanevi cazcı Charlie Parker’in hayatından kesitler sunan bu yapımın ardından ‘Beyaz Avcı Kara Yürek’, ‘Changeling’ ve ‘Invictus’, Eastwood filmografisindeki diğer ‘biyografik’ adımlardı. Girişte hayatından birkaç bukle sunduğum J. Edgar Hoover da, ‘Bilge yönetmen’in sinema serüvenindeki halihazırdaki son biyografik çalışma. Amerikan eşcinsel hareketinin simge isimlerinden Harvey Milk’in hayatını anlatan ‘Milk’in senaristi Dustin Lance Black’in kaleme aldığı öyküyü perdeye taşıyan Eastwood, 136 dakikalık bu son hamlesinde Hoover’a ait bütün tevatürlere de bir anlamda sosyolojik ve psikolojik açıklamalar getirmiş.
‘Edgar’, artık hayatının son demlerinde dolaşan FBI Başkanı’nın anılarını genç bir ajana dikte ettirmesiyle başlıyor ve geri dönüşler eşliğinde biz, kâğıt üstünde kahraman motifleriyle bezeli bir kişiliğin, perde gerisiyle buluşuyoruz.
Sistemin başına geçtikten sonra kendi öğretileri doğrultusunda ajanlarını ‘yola getiren’, sonrasında da komünistlerin işini bitiren Hoover, peşi sıra gangsterlerin cirit attığı bir Amerika portresinde de rötuşa gidiyor. Çok geçmeden ‘Halk düşmanı’ Dillinger’ı yok ediyor artı Atlas Okyanusu’nu uçakla geçen ilk pilot olan Charles Lindbergh’in kaçırıldıktan sonra cesedi bulunan oğlunun davasında gösterdiği başarı onu ülkenin en önemli figürlerinden biri haline getiriyor. Maceraları çizgi roman sayfalarını süslüyor, cemiyet hayatının popüler simalarından birine dönüşüyor. Zamanı geliyor, bir ‘sahtekâr’ olarak gördüğü McCarthy’yle birlikte ‘Cadı avları’na katılıyor.
‘1984’ü çoktan yazmış bile
Lakin Amerika’nın düşmanları bitmiyor, o yaşlandıkça yok olacaklarına çoğalıyorlar ya da evrim geçirip başkalaşıyorlar; mesela Martin Luther King ve ‘Kara Panterler’ veyahut 68’in ürünü hippiler, onun için potansiyel kötülük odakları.J. Edgar Hoover, daha Orwell o ünlü yapıtını kaleme almadan kendince ‘1984’ü nü çoktan inşa ederken ve yüzeyde bütün saydığım meselelere karşı çözümler üretirken (mesela FBI dünyanın en geniş parmak izi arşivine onun sayesinde sahip oluyor), özel hayatında da sürekli gelgitler yaşıyor. Annesi Annie’nin küçükken başını okşayıp “Sen ülkenin en güçlü adamlarından biri olarak Hoover adını yükseltecek-
sin” önermesi, Edgar için hem bir yol gösterici hem de taşınması ağır bir yük oluyor. Adalet Bakanlığı koridorlarında ilk kez gördüğünde hoşuna giden ve sonradan ‘hayat boyu’ sekreteri olan Helen Gandy’nin, aceleye getirerek ayaküstü yaptığı ‘Evlilik teklifi’ni reddetmesi de Hoover açısından başka bir yıkım oluyor. Sevgilisiz, eşsiz giden hayatı daha bir yalpalarken ‘Bonnie’siz Clyde’ görünümündeki yardımcısı Tolson’ın ona olan ilgisi, meseleyi sarihleştiriyor: Baba görünümlü sert anne motifi, ölümüyle birlikte sona ererken Hoover da adeta bambaşka bir cepheye savruluyor. Zaten filmin kilit sahnelerinden biri de yan yana kaldıkları otelde Tolson’ın, “Hayatında bir kadın olursa ben yokum” dediği bölüm. Bu sahneyi Amerikalı bir eleştirmen ‘Broke-
back Dağı’ndaki karakterlerin, ‘sahte’ kimliklerinden sıyrılıp kendilerini özgürce ifade ettikleri bölüme benzetmiş.
Aslına bakılırsa Hoover’ın eşcinselliğinin ‘somut’ bir kanıtı yok, lakin onun hayatını didikleyen birçok araştırmacı ve tarihçi notlarını ‘Gidiş yolu’na bakıp vermişler. Keza senarist Dustin Lance Black de, benzer bir yöntemle “Ortada bir başka erkekle bu denli yakın bir hayatı paylaşan bir başka erkek varsa, bu ilişkinin adını koymak mümkündür” demiş ve öyküyü, eldeki veriler doğrultusunda biçimlendirmiş.
Öte yandan Eastwood hatırlanacağı gibi ‘Atalarımızın Bayrakları’nda 23 Şubat 1945’te Iwo Jima’daki ‘Suribachi tepesi’nde sanki savaş anındaymışcasına çekilen ve sonradan Pulitzer Ödülü alan ‘kurgusal’ bir fotoğrafın peşine düşer ve bir anlamda, geçmişin medya yalanlarından dolaşır. ‘Edgar’ da, zamanında tıpkı o fotoğraf gibi bir kamuoyu yalanı olan FBI’ın efsanevi başkanının kendince gerçek hikâyesinde dolaşıyor. Einstein’dan Chaplin’e kafasındaki modele göre ‘Komünist’ ya da ‘devlet düşmanı’ olabilecek herkesi fişleyen Hoover, belki de bu yolla hayattan ve kendisini gerçek haliyle kabul etmeyecek toplumdan intikam alıyordu.
‘Yaşlılık’ yakışmamış!
Film dışarıda değişik tepkilere mazhar oldu. Mesela beğenen de vardı, beğenmeyen de. Bu elbette tüm filmler için geçerli bir durum ama Eastwood denince çoğu kez akan sular durur ve genellikle filmleri, büyük bir çoğunluk tarafından el üstünde tutulur. Bana sorarsanız, aşırı hayranlığın da bir yansıması olarak ‘J. Edgar’ı da beğendim. Evet klasik bir Eastwood yapıtı değil, bazılarının da altını çizdiği gibi film bir hayatın aktarılması şeklinde ilerliyor ama bence derinlikli bir portre sunuyor. Ortak paydada yükselen en temel eleştiri ise Edgar’ı canlandıran Leonardo DiCaprio’nun, karakterin yaşlılık döneminde sırıtması. Bunun nedeni de, DiCaprio’nun çocuksu yüzüne oturmayan ve elastikiyetini belli eden makyaj. Evet yaşlılık dönemi Anthony Hopkins ya da Philip Seymour Hoffman tarafından canlandırılabilirdi ama bana doğrusu bu tercih de problemli gelmedi (ki bazı kamera açılarında makyajlı DiCaprio Jack Nicholson’ı andırıyordu). Filmin diğer karakterlerine gelince.. Sekreter Gandy’de Naomi Watts, anne Hoover’da Judi Dench, Clyde Tolson’da Armie Hammer, Charles Lindbergh’de de Josh Lucas karşımıza geliyor. Tolson’ın yaşlılığında da DiCaprio’nunkine benzer bir durum var ve Hammer’ın yüzündeki maske fazla sırıtıyor. Ama bu teknik ayrıntılar dışında kadro gayet iyi.
Sonuç? Hoover FBI’ın başında 47 yıl geçirdi. Malum iktidarlar uzadıkça yozlaşmanın da ifadesi olur. Zaten Amerika, onun ölümünün ardından FBI patronluğu için, koltuğa oturanlara en fazla 10 yıllık bir zaman dilimini tanıdılar. Keza Eastwood da filmin günümüze yansıyan yanlarına dikkat çekiyor: Hangi kurumun başında olursanız olun, bu kadar uzun süre ne koltuğa oturana ne de kuruma fayda sağlar. Bu ‘Kıssadan hisse’ için buyrun salona.
radikal
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...