Yeni Şafak'tan Yasin Aktay'ın yazısındaki ilginç tespitleri...
"Başbakan'ın büyük hatası
Sonuç itibariyle Cumhurbaşkanını seçememiş olduğuna göre, Başbakan'ın seçim sürecini kötü yönetmiş olduğu yargısına varmak mümkün ve kolaydır. Kolay olduğu için de çok ayartıcı bir düşüncedir.
Ortaya çıkan sonuç, başından itibaren değerlendirildiğinde hem Erdoğan açısından hem de hükümet açısından bir başarısızlıktır. Ama bu öyle bir başarısızlıktır ki, başkalarının bundan kendilerine bir eleştiri hakkı, gerekçesi veya yüzü bulabilmeleri için hiçbir ahlaki ölçü tanımıyor olmaları da gerekiyor. Çünkü bu başarısızlık demokratik seçim sürecine siyaset-dışı, dolayısıyla ahlaksızca bir müdahalenin sonucu olmuştur. Siyaset oyununun içinde görünen belirlenmiş kurallar sözkonusu olduğunda böyle bir sonucun ortaya çıkması muhaldi. O yüzden siyasetin seyri normal varsayıldığında süreçte yapılmış bir hata yoktur.
Ancak Başbakan'ın en büyük hatası, demokrasi, Anayasa ve hukuk kurumlarına safça fazla güvenmiş olmasıdır. Bunu salt ironi olarak almayabilirsiniz. Gerçekten de Türkiye'de siyasetin bütün aşamalarından geçmiş biri olarak yaşamış olduklarının, Sayın Başbakan'a, hukuk sürecinin muhtemel kazaları hakkında öngörülerini çalıştırmaya yetecek tecrübeleri kazandırmış olması beklenirdi.
Cumhurbaşkanı'nın bütün Türkiye'nin değil sadece CHP'nin Cumhurbaşkanı gibi çalışıyor olduğu besbelli. Şimdiye kadarki hiçbir icraatında tarafsız davranmamış. Bütün atamalarını CHP'li kadroları hiçbir ölçü, teamül, standart ve ehliyet kuralı tanımaksızın yerleştirmek üzere gerçekleştirmiş. Hükümetin her icraatına CHP'nin parlamentoda gerçekleştiremediği muhalefeti sergilemiş. Onun “egemenlik alanı”na giren bütün konular hükümet için mayınlı bir alan gibi çalıştırılmışken, Anayasa Mahkemesi'ne gidecek bir konunun içeriği ne olursa olsun kendi aleyhine sonuçlanacağını hesaba katması gerekiyordu.
Şimdi filmi geriye sarıp bazı yerleri bir kez daha gözden geçirelim.
1. Bugün söylemek çok kolay ama, hükümet 24 Nisan öncesi AKP'nin troykasından başka herhangi birini ilan etmiş olsaydı bunu kendi tabanına asla izah edemezdi. AKP tabanının nabzını bilen herkesin apaçık göreceği bir gerçektir bu. Hele Vecdi Gönül seçilmiş olsaydı AKP'nin büyük bir oy kaybedeceğine kesin gözüyle bakılabilirdi. Abdullah Gül sadece eşi başörtülü olduğu için tercih edilmiş değildir. Onun ilan edilmesiyle birlikte bütün Türkiye'de bir anda hem kendisi hem de Başbakan lehine gerçekleşen kitlesel sempati ne kadar isabetli bir tercih olduğunu gösteriyordu. Onun yerine ilan edilecek herhangi bir isim ise tam tersi bir etki yapacaktı.
2. AKP bu konudaki olmazı görmeden ve göstermeden, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi erken seçime gidemezdi. Gitseydi yine bunu halka izah edemezdi. İddia edildiği gibi bu bir inat değil, bir mecburiyetti. Şimdi Cumhurbaşkanı seçememiş olmaktan dolayı en azından seçmen desteğini kaybetmemiş aksine artırmış bulunuyor.
3. AKP Cumhurbaşkanlığını halkoyuna bu noktaya gelmeden önce de götüremezdi. Kim ne derse desin, seçmen nezdinde aynı tepkiyle karşılanırdı. Bu değişikliklerin muhalefetin zorlamasıyla yapılıyor olması, büyük bir şanstır. Aksi taktirde her halükarda büyük bir demokratik kazanım olacak bu değişiklikleri AKP'nin tek başına gündeme getirmesi ve sonuçlandırması mümkün olmazdı. Bu aşamadan sonra seçime kadar bu süreç tıkansa bile en azından olmaz olan gösterilmiş olacaktır. Zaten cin şişeden bir kez çıkmış da olacağı için bu değişiklik eninde sonunda gerçekleşecektir.
4. AKP süreç içinde mağdur olmuş olabilir, ama mağduru oynama lüksü yoktur. Halk zannedildiği gibi her mağdura değil, aksine haklı, güçlü, mücadele eden ve umut veren mağdura sahip çıkar. Haklarına sahip çıkmak üzere sergilediği ve “inat” diye eleştirilen siyaset, mağduriyet üzerinden prim yapmaya değil, aksine muhaliflerinin (CHP'nin, Cumhurbaşkanı'nın ve diğer kurumların) çelişkilerini, haksızlıklarını ve gaddarlıklarını hiçbir propagandaya gerek kalmaksızın kendiliğinden sergilemeye yarıyor.
5. AKP'nin Cumhurbaşkanlığı sürecinde “milli irade” vurgusunu sağ siyasetin pragmatik ve oportünist geleneğine bağlamak da insafsızlıktır. Tabii ki milli irade her şey demek değildir. Demokraside anayasal kurumlar da vardır. Bugün sayısal çoğunluğun demokrasiye muhtemel tehdidini başımızın etini yiyecek şekilde hatırlatanlar, biraz insafla, Türkiye'de zaten o sayısal çoğunluğun hiçbir zaman o çok önem verdikleri kurumlar karşısında hiç önemsenmemiş olduğunu niye düşünmüyorlar? Türkiye'de demokratik sayısal çoğunluk ne zaman bürokratik otoritenin aşırı egemenliği karşısında hak ettiği varlığa sahip olmuş ki, bir de sorun olsun?
Oysa apaçık bir “iktidar seçkinleri” sorunumuz vardır. Bu seçkinlere karşı, “ne milli iradecilik, ne de iktidar seçkinleri” demek açıkça iktidar seçkinlerinin yanında yer almaktır. Tıpkı “ne Şeriat ne darbe” sloganının (Tanıl Bora'nın çok güzel ortaya koyduğu gibi, Birgün, 2.5.2007) aslında tam da darbeden yana olması gibi.
Çünkü Türkiye'de henüz milli irade pozitif yanlarıyla bile hiçbir zaman gerçek bir ihtimal olamamıştır.
Tıpkı Türkiye'de Şeriat diye bir ihtimalin, yakın veya uzak geleceğimizde sözkonusu olmadığı halde, darbe afetinin, fiilen yaşamakta olduğumuz bir gerçek olduğu gibi..."
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...