Erkan Mumcu siyaseti bırakıyormuş. Zaman Gazetesi'ndeki söyleşi acıklı bir söyleşiydi.
Kendini ifade etmekte hiçbir zaman hiçbir sıkıntı çekmeyen, hatta söz ustası denebilecek kadar iyi konuşup yazan bir insandan böyle mantık bozukluklarıyla dolu acemice savunular dinlemek; bulanık, ne dediği anlaşılmayan cümleler okumak üzüntü veriyor insana.
Oysa yaptığına kendi kendini ikna etmiş olsaydı, bize gümbür gümbür cümlelerle anlatmayı gayet iyi bilirdi Erkan Mumcu. Ama pozisyonunuz kötüyse belagatiniz hiçbir işe yaramıyor işte... Mumcu, siyaseti bırakma kararında toplumla ayrı düşmesinin etkili olduğunun altını çiziyor: "Sorunları aynı gözle görmüyoruz, çözümlerimiz ortak değil. Geriye iki seçim kalıyor; ya kendi akledişimi değiştireceğim -ki bu ihanet olur- ya da temsil etme iddiamdan vazgeçeceğim."
Tabii bu sözlere hak vermemek mümkün değil. Toplum dediğiniz yekpare bir bütün değildir ve siyasetçinin "toplumdan" değil, toplumun sadece bir kesiminden destek alması da siyasete devam için yeter, ama bu kesimin de kayda değer büyüklükte bir kesim olması gerekir.
Yoksa gerçekten de temsili vasfını tamamen kaybetmiş demektir ve siyasete devam için bir neden de kalmaz. Sorun burada değil; sorun Mumcu'nun toplumsal desteğini kaybettiği olayı yorumlayışında...
367 krizindeki tutumunu savunmaya çalışırken "Bir politisyen olarak baksaydım o gün Meclis'e girmem gerekiyordu. Fakat vicdanımı dinlediğimde 'Bu adamlara beytül mal emanet edilemez' dedim ve girmedim" diyor. Yüreği gümbür gümbür Meclis'e gitmesini ve Meclis'in iradesine karşı yapay engeller yaratanların karşısında durmasını söylemiş ama nasıl olmuşsa vicdanı buna elvermemiş, böyle söylüyor. Oysa. vicdanın yüreğe yakın bir yerlerde konuşlandığını düşünmez miyiz genellikle?
Aslında Mumcu'nun tutumunun siyaseten yanlışlığı bizleri en az ilgilendiren, en önemsiz bölümüydü. Asıl affedilmeyen şey, yaptığı şeyin vicdanen kabul edilmez oluşuydu. Vicdanımız ilkelerimizdir bir bakıma...
Kısa siyasi geçmişinde milli iradeyi kararlılıkla savunmayı, askeri vesayete karşı çıkmayı ilke edinmiş bir politikacının, birdenbire milli iradeyi hiçe sayanlarla aynı safta durmayı vicdanına -ilkelerine nasıl sığdırdığını ne o zaman anlamıştım, ne de bu röportajı okuduktan sonra anlayabildim.
Ama her neyse, bütün bunlar artık geride kaldı. Siyaset onu zaten bırakmıştı, şimdi yerinde bir kararla o da siyaseti bırakıyor. Şimdi, bu veda söyleşisini okurken ben onu 28 Şubat'ın en karanlık günlerindeki cesur ilkeli ve ateşli politikacı olarak hatırlamak istiyorum daha çok. O günlerde birlikte katıldığımız bir televizyon programından sonra, bu genç politikacının Türk politikasında çok iyi şeyler yapabileceğini düşünmüştüm içimden.
Sonra, Milli Eğitim Bakanı'yken yeni bir YÖK Yasası çıkarmak için YÖK'le giriştiği kahramanca mücadeleyi hatırlıyorum. Kültür bakanıyken, kendi bakanlığının gereksiz olduğunu ve pekala kaldırılıp işlerin bir genel müdürlükle yürütülebileceği söyleyecek kadar radikal fikirleri dillendirdiği zamanki hayranlığımı hatırlıyorum.
Statükonun acımasız çarkları istikbal vaat eden genç bir politikacıyı daha parçalayıp un ufak etti. Belki de kader kurbanı demeliyiz ona da... Dileyelim bundan sonraki yolu açık olsun.
Gülay Göktürk - Bugün