1960’larda, Toroslar’ın tepesinde sert doğa koşullarına, yoksulluğa, tepelerindeki jetlere, korkuya rağmen var olmaya çalışan bir avuç insanın öyküsünü izleyeceksiniz, geçtiğimiz cuma vizyona giren ‘Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile’de. Uzun yıllar yönetmen yardımcılığı yapan Hatice Yakar, ilk filminde son derece yalın bir anlatım diliyle, çocukluğunun geçtiği dağlardan biriktirdiklerini aktarıyor.
Seyirciyi Toroslar’a, 1960’tan bir güne götürüyorsunuz. Orası çocukluğunuzun geçtiği yer değil mi?
Orası benim köyüm. Aileler o döneme kadar hayvancılıkla geçinirdi. İnsanlar tarla sahibi olmaya başladıktan sonra birbirlerine ve hayvanlara şiddet göstermeye başladı. Filmde gördüğünüz eşeği hapsetmek, bütün çocukluğumda olan bir şeydi. Tarlaya girmiş eşek bir, iki ay katıksız hapis yatardı. Babamın nüfus cüzdanında köyün adı ‘Kürtbayramlı’dır. Sonra değiştirilip ‘Kızıldere’ olmuş. 10 yaşına kadar orada okudum.
Dağın tepesinden geçen jetlerin korkutucu sesleri filmin vurucu noktalarından. Siz anımsıyor musunuz tepenizden geçen savaş uçaklarını?
1960 İncirlik’in Amerika’nın kullanımına verildiği, bir askeri üs olduğu tarih. Çocukluğumda üstümüzden alçak uçuş yaparlardı, acımasızca bir şeydi. O ses için çok uğraştım. Seni bire bir toprağa yapıştıran bir sestir. Bir dönem 77, 78’de çok sık yapıyorlardı. Ben 69 doğumluyum. Maraş olaylarının falan olduğu dönem. O korkuyu çok derinden yaşadım. Jet sesi köylüleri hep korkutan bir şeydir. Nehirde ölü görüyorlar mesela, ölüden korkuyorlar.
O ölü sonra hiçbir yere bağlanmıyor ama hikayede…
Bilinmedik bir korku var. Üzerlerinden uçup duran savaşa ait bir şey, bir devlet var. O devletin jandarması var. Bir ölü gördüklerinde “Üstümüze kalabilir” diye korkuyorlar... O da çocukken yaşadığım bir olaydı. Yedi, sekiz yaşlarındaydım. Ablamla Seyhan Nehri’nde ölü gördük. Çubuklarla ittik.
Filmdeki her hikâyenin sizin geçmişinizde bir karşılığı var o halde…
Bütünüyle otobiyografik. Bilinçaltıma yolculuk gibi o hikâyeyi anlatmayı denemek. İstanbul’da bir aşk hikâyesi anlatmak kolaydı. Ama o çileli dönemimizi anlatmak istedim… Filmin adı da Alevilerin o çileli hayatından çıkıp geldi. Küçük kız dedeye “Dede biz nereden geldik?” diye soruyor ya, o kızda bire bir ben varım. Hep sorardım, “Biz neden buradayız, nereden geldik?” diye. “Horasan’dan” diyor, dede. Alevilerin Horasan’dan geldiği söylenir.
Köylülerin Alevi olduğuna dair de bir şey yok ama filmde…
Bilerek yaptığım bir şey. O insanlar fizik olarak Aleviler. Laz değiller, Egeli de değiller. Anne yüzünü yıkarken “Ya Ali, ya Muhammed” diyor. Onun dışında bir şey söyleme gereği duymadım. Doğu’yu anlatan başka filmlerimizdeki gibi “Yaşadığımız yer o gaddar güzel ki” gibi şive yapılan, doğuyu daha da ötekileştiren bir duruma düşmek istemedim. Benim köyüm o, onlar düzgün Türkçe konuşur. Ben de Türkçe konuşmayı okulda öğrendim. Anadilimizde konuşmak çok önemli ama Türkçe konuşmaya da önem verdik.
İlk filminizi geçmişinizden topladığınız hikâyelerden oluşturma fikri ne zamandır var?
Herhalde Yılmaz Güney’le ilgisi var. Biraz şanslı bir çocukluk geçirdim, bana kitap alındı. Çok masal okudum. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt romanlarını okuduğumda herhalde 16 yaşında falandım. “Bunları görsel olarak da görmek istiyorum” derdim. 10 yaşından sonra İstanbul’a, ağabeyimin yanına geldim. Film yapmak istediğimi bildiğim bir dönemdi.
Dağlarda çekim yapmanın teknik zorluklarıyla nasıl başa çıktınız?
Köylüler için bile zor oldu, artık çıkmıyorlar dağlara. Çobanı oynayan çocuk benim için saçını uzattı, biraz çobanlık yaptı. Film boyunca da saçını yıkamadı. Saç, makyaj gibi herhangi bir şey de yoktu sette. Teknik ekip Adana’da kaldı. Beni zorlayacak teknik malzeme de almadım. Dolly’yi, şaryoyu çıkarmak mümkündü ama dedim ki, “Bu uzak ve yalnız bir hikâye. Tripotla da çekeriz.” Köyde yardım eden gençler vardı. Ekip Adana’dan köye geliyor, römorka binip dağın eteklerine gidiyoruz, inip bir kısmını da yürüyoruz. O mağaranın olduğu yer o kadar zordu ki…
Yaşlı adam rolü babanızda. Nasıldı, babanızla çalışmak?
Babamla epey çalıştık. Seksen küsur yaşında ama biz kardeşler gerçekte onun doksanın üstünde olduğunu düşünüyoruz. Unutuyordu lafları ama yapmak da istiyor. Sakallarını uzattı film için. Bir ara İstanbul’a geldim, başka oyuncu alayım diye. Deneme çekimlerini görüntü yönetmenime gösterdim. “Baban çok iyi. Sen niye başkasını arıyorsun ki” dedi.
Filmin adı çok karamsar, hiç umut yok mu?
Sonunda ülkemizle ilgili bir şey söyledim aslında. Alevi ve Kürt olarak, Türkiye’nin bir vatandaşı olarak karamsarım. Film sonbaharda geçiyor, önleri kış. Türkiye’nin de önünün uzun bir kış, soğuk bir gece gibi olduğunu düşünüyorum. Film gecede bitti, dedenin ölmeden önce söylediği son laftı, “Bu kış bitmeyecek.” Sorunlara ilişkin baktığımda bunu hissediyorum; bitmeyecek. Ülkeme dair nasıl hissettiğimi o dönem, o insanlar üzerinden söylemeyi seçtim. Ama umudu şurada bulsun izleyen, kıştan sonra bahar, geceden sonra gündüz gelir.
RADİKAL
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
Bunlar da ilginizi çekebilir...