Türkiye’de başörtüsü, Türban yaftalaması altında bazı çevreleri sürekli rahatsız etti. Başörtüsünü, hayat felsefeleri ile hesaplaşma, tabiri caizse kendi saltanatlarına “göz dikme”, olarak görenler, bu mevzuyu sürekli kaşıdılar; hatta güçleri yettiği dönemlerde, başörtüsünü “cumhuriyete karşı meydan okuma”, “cumhuriyet düşmanlığının sembolü” olarak gördüler, başörtüsü takmanın bir hak olduğunu inkâr ettiler, onu yok etmeye çalıştılar.
Yakın tarihe kadar siyasetin ve toplumun gündemini en çok meşgul eden konuların başında başörtüsü ile alakalı tartışmalar gelmekte idi.
Son zamanlarda belli çevreler bu konuyla pek ilgili görünmüyorlardı.
Bazen bu çevrelerin içinden biri başörtüsüne yönelik aşağılayıcı, inkâr edici bir söz söylediğinde, açıklamayı yapan kişinin üyesi olduğu partinin yetkilileri siyasî kaygılarla bu sözün üzerini örtülmeye çalıştılar. Yapılan açıklamalarla, “biz artık bu meseleyi aştık, kimsenin inancıyla, kılık kıyafetiyle sorunumuz yoktur” kabilinden yuvarlak ifadeler kullanılarak, kendi içlerinden çıkan başörtüsüne yönelik itirazların; bunun bir hak olduğunun inkârı yönündeki teşebbüslerin üzeri örtülmeye çalışıldı.
Aslında burada söz konusu olan husus, hala içlerinde şiddetli bir şekilde mevcut olan başörtüsü düşmanlığını gizleme yönündeki çabaların arada bir yetersiz kalmasından, parti yönetiminin bu hıncın dışa vurumunu yeterince dizginleyememesinden başka bir şey değildir.
Bununla, açıkça olmasa da, ima yoluyla topluma verilmek istenen mesaj şudur:
“Bizim, iktidara geldiğimiz zaman yapacağımız ilk iş, başörtüsünü yasaklayarak, 28 Şubat sürecini bu millete tekrardan yaşatmaktır”.
Doğrudan bu niyetlerinin açık edilmesi amacıyla sorulsa, bu çevreler şimdilik kaydıyla bu niyetlerini açık etmezler. Ama arada bir başörtüsünü inkâr edici, aşağılayıcı yöndeki sözlerin söylenmesi, tepkilerin verilmesi, sonra da bunların üzerinin örtülmeye çalışılması, esasen iç dünyalarında hala başörtüsüne yönelik kinin devam ettiğini gösteriyor. Bu kinin dışa vurumu toplumda tepki çekeceği için de, açıklamayı yapan partiliye hiçbir şey yapılmaksızın, üzeri örtülüyor. Bunun manası şudur:
“Biz hala başörtüsünü içtenlikli olarak kabullenebilmiş değiliz. Başörtüsü, otoriter militan laikist cumhuriyetimiz için düşmanlığın, vampirliğin sembolüdür, ama toplumun geniş kesimlerinin tepkisinden çekindiğimiz için bu duygu ve düşüncelerimizi açık yüreklilikle paylaşamıyoruz, camiamız içerisinde kendilerini dizginleyemeyenlerin, bu yöndeki düşüncelerini açık edenlerin de derhal üzerini örtmeye çalışıyoruz”.
Üzeri örtülmeye çalışılan ama arada bir dışarı fışkıran başörtüsü düşmanlığı bu çevrelerde mevcut olduğu müddetçe, bu çevrelerin bu millete yeniden 28 Şubat benzeri bir süreci yaşatması tehlikesi hala varlığını sürdürüyor demektir.
Başörtülü Tercümanın Şahsında Yeniden Depreşen Düşmanlık
Şimdilerde malum belli çevrelerde başörtüsü düşmanlığı tekrardan depreşti. İçlerindeki başörtüsüne yönelik hınç dışa vurdu. Yine hınçlarını gizlemeyi beceremediler.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın son günlerde katıldığı NATO zirvesinde ABD Başkanı Biden’le görüşmesinde kendisine başörtülü biri tercümanlık yaptı.
Tercümanlık yapan hanım kişi, kamuoyunda ilk defa görünse de ailesi tanıdık biri. Tercüman’ın adı Fatma Gülhan Abushanab. Kendisi, 1999 seçimlerinde TBMM’de DSP’li milletvekillerinin mutlak hışmına ve saldırısına uğrayan Merve Kavakçı’nın kızı.
Merve Kavakçı’nın Yaşadıkları
Abushanab’a gösterilen tepkiye değinmeden önce, bu tepkinin dozunun artmasına sebep olan, annesi Merve Kavakçı hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
18 Nisan 1999 seçimlerinde iki başörtülü kadın aday TBMM'ye girmeye hak kazandı. Biri MHP’den Nesrin Ünal, diğeri Fazilet Partisi’nden Merve Kavakçı idi.
O dönemin psikolojik baskıları ortamında MHP’li Nesrin Ünal, TBMM Genel Kurulundaki çalışmalara başörtüsünü çıkararak katılacağını açıkladı. Merve Kavakçı ise, Genel Kurul’da başörtüsüyle milletvekili yemini edeceğini söyledi.
Merve Kavakçı, 3 Mayıs 1999 günü TBMM Genel Kurul’undaki yemin törenine başörtüsüyle girdi. Kavakçı’nın Meclise bu kıyafeti ile girmesini, Fazilet Partililer alkışlarken, DSP’liler ellerini sıra kapaklarına vurarak protesto ettiler.
Kavakçı’nın DSP’lilerin bütün protestolarına rağmen Genel Kurul’u terk etmemesi üzerine Başbakan Bülent Ecevit Kürsüye gelerek şu konuşmayı yaptı:
“Devletin gelenek ve kurallarına burada görev yapanlar uymak zorundadır. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz”.
Bu yaşananlar üzerine, Kavakçı Milletvekili yeminini edemeden Genel Kurul’u terk etmek durumunda kaldı. Esasen çifte vatandaşlık milletvekilliğine mani olmadığı halde, ABD vatandaşlığı bahane edilerek milletvekilliğinin düşürülmesi süreci başlatıldı.
Ağustos 1999’da dönemin DGM cumhuriyet başsavcısı Nuh Mete Yüksel, Kavakçı’nın milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM’ye fezleke gönderdi. Fezleke sonucunda, önce Kavakçı’nın dokunulmazlığı kaldırıldı, sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı.
Vatandaşlığın sona ermesiyle birlikte Kavakçı’nın milletvekilliği resmen düşmüş oldu.
Bu sebeple, otoriter militan laikist cumhuriyetçilerin, başörtüsü için ortaya koyduğu bu kararlı duruşu sebebiyle Merve Kavakçı’ya karşı sürekli dışlayıcı, ötekileştirici yönde bir bakış ve tutumları vardır. Fatma Gülhan Abushanab’a gösterilen şiddetli reddiyeci tepkide, annesi Merve Kavakçı’ya duyulan şiddetli antipatinin de etkili olduğu söylenebilir. Fakat bu üst düzey tepkinin asıl kaynağı, başörtüsüne karşı duyulan hınçtır. Kavakçı’nın kızı olmasının bu hıncı sadece biraz daha artırdığı söylenebilir.
Fatma Gülhan Abushanab’a Yönelik Tepkiler
Tepki veren partilerden birinin en yetkili ağızlarından çıkan sözler şu şekilde: “Tercüman demek zor. Merve Kavakçı'nın kızı”. Bu şeklindeki sözlerle bu tercüman bayana yönelik aşağılayıcı ifadeler kullanıldı. Aşağılamanın ruhunu başörtüsü teşkil ediyor.
Bu resimle verilen mesaj şu: “Ey Biden, Türkiye’nin modern İslam kimliği budur”.
Tepki veren diğer partinin yetkilisinin sözleri çok daha dehşet verici ve tahrik edici:
“Cumhuriyetin değerlerine taban tabana zıt. Bazı sembol isimleri vampir gibi hepimizin vergilerinden cumhuriyetin kasasına çökmüşler, VAMPİR GİBİ KAN EMİYORLAR. Bu da bir tür sistem ile hesaplaşma belli isimleri taltif etme falan, …geçmişte işte başörtüsü meselesinin sembol isimlerinden bir tanesi bunları son derece kritik görevlere getirip bir de vampir gibi ülkenin kanını emdirerek cumhuriyetten öç alıyorlar gibi bir hissiyata da kapılıyor insan”.
Her ne kadar, birinci açıklama ile ikinci arasında bir ton farkı mevcut ve ikincisi çok daha tahripkâr ve nefret içerikli ise de, esasen her ikisinde de ortak hedef başörtüsüdür.
Bu sefer, söz konusu partinin yetkilileri bu açıklamayı örtme ihtiyacı hissetmediler.
Bunlar Hala Otoriter Militan Laikist Cumhuriyet Peşindeler
Anlaşılan bunlar, İnönü dönemindeki otoriter militan laikist cumhuriyetçi zihniyetten vazgeçeceğe benzemiyorlar. Bu “otoriter ruh” gizlenmeye çalışılsa da, bir vesile olunca derhal açığa çıkıyor. Bunlar, hala Cumhuriyetle, laiklikle kendilerini özdeş görüyorlar. Hatta bu değerlerin gerçek sahibinin kendileri olduğuna mutlak olarak inanıyorlar. Bu bir saplantıdır.
Peki, laik cumhuriyetle özdeşleşmek çok kötü bir şey midir?
Bu sorunun cevabı biraz izaha muhtaçtır.
Bu milletin kahir ekseriyetinin cumhuriyetle, anayasal demokratik hürriyetçi laiklikle bir sorunu yoktur. Ama bu kesim, laikliği, “din karşıtlığı” temeline dayalı pozitivizmle kaynaştırarak otoriter ve militanlaştırıyorlar. Bu manada laiklik, başörtüsünü reddeden, din ve vicdan hürriyetini sadece vicdanlara hapseden dışlayıcı laikliktir. Bu laiklik telakkisinin toplumun geniş kesimlerinin laiklik anlayışı ile uyumluluğu yoktur. Hatta bu laiklik anlayışı, toplumumuzun kahir ekseriyetini din ve vicdan hürriyetinin uygulamaları bağlamında taciz etti. Sayısını bilemediğimiz kişiler hakkında, “dini siyasete alet etmek” bahanesi ile davalar açıldı, görevlerine son verildi ya da hiç göreve alınmadı. Kısaca, dindarlara yönelik despotik bir laiklik uygulaması ortaya çıktı. Yargı mercileri de bu telakkiyi 2012 yılına kadar sürdürdü.
Toplumumuzun kahir ekseriyeti bu laiklik uygulamasını kesinlikle reddediyor. Kendileri için sorunlu olarak görmedikleri laiklik, kamu düzeni ve güvenliği bozulmadığı, başkalarına zarar verilmediği sürece, başörtüsü de dâhil her türlü dini gerekliliklerin yerine getirilmesini koruyucu yönde işlev görmektedir. Bu telakkiye göre, din, sadece kalbe mahkûm edilemez; hem kalbde olmalı, hem de yaşantıya yansıyabilmeli. Buna, anayasal demokratik laiklik ya da pasif laiklik de denilmektedir. Bugün çoğulcu anayasal demokrasi ile ve başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere temel insan hakları ile uyumlu olan laiklik budur.
Fakat bu tür laiklik, maalesef bazı köhneleşmiş otoriter militan laikist cumhuriyetçileri rahatsız ediyor. Fatma Gülhan Abushanab’ın başörtülü kimliği ile Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın NATO Zirvesi sonrasında ABD Başkanı Joe Biden ile olan görüşmesinde tercümanlık yapması, çoğulcu anayasal demokrasi ile uyumluluğu SIFIR olan otoriter militan laikist cumhuriyetçi felsefeye inananları kahretmişe benziyor.
Abushanab’ın tercümanlığına en üst perdeden itiraz eden otoriter militan laikist cumhuriyetçiler bugünden yarına değişirler mi? bilemem. Ama bu siyasi kesim, bu zihniyetle parlamenter sistemde de, başkanlık sisteminde olsa, bu millet tarafından iktidara getirilmezler.
Bu kesimlerin bu siyasetle Türk siyasetine olumlu yönde katkı sağlamaları çok zordur.
Bu kesimlerin artık şunu anlamaları gerekiyor:
(1) Cumhuriyet, sadece otoriter militan laikist cumhuriyetçilerin değil, tüm Türk halkının malıdır. Bunun bir diğer ifade şekli anayasal demokratik cumhuriyettir.
(2) Laiklik, din ve vicdan hürriyetini aşırı derecede budayıcı yönde işlev gören otoriter militan dışlayıcı laiklik değil, her bir hak ve hürriyet gibi din ve vicdan hürriyetinin de dini ve siyasi çoğulculuk içinde teminat altında olduğu anayasal demokratik ya da pasif laikliktir.
(3) Bu kesimdekilerin, toplumun geniş kesimleri ile sorunlu laiklik telakkisini terk etmiş gibi görünmeleri toplumun geniş kesimlerini tatmin etmiyor. Tatmin olmamakta haksız da değiller. Çünkü bu kesime mensup siyasi aktörlerden biri, içlerinde mündemiç otoriter militan laikist cumhuriyetçi felsefeyi, toplumun geniş kesimlerini rahatsız edecek şekilde arada bir ortaya koyuyorlar. Her ne kadar, bu açıklamayı yapan kişilerin üyesi olduğu partili yöneticiler fazla geçmeden bu açıklamaları örtmeye çalışsalar da, bu yöndeki uygulamaların belli aralıklarla tekrarlanması, geniş halk kesimlerinin kuşkularını haklılaştırıyor.
Türkiye’nin geleceğe yönelik daha istikrarlı bir demokrasiye kavuşması, iktidar muhalefet ilişkilerinde, ileri demokrasilerdekine benzer şekilde, “otoriter militan laikist cumhuriyetçi”-“anayasal demokratik hürriyetçi laik cumhuriyetçi” tartışmaların terk edilmesi ile mümkün olacaktır. Herkesin üzerinde uzlaştığı değerlerin, anayasal demokrasi, din ve vicdan hürriyetinin maksimum düzeyde teminat altında olduğu pasif laiklik, bütün bunlarla bütünleşen cumhuriyet olduğu bir zeminde, siyasetin hedefi dar ve kısır çekişmeler değil, ufku yüzlerce sene öteye uzanan politikalar olacaktır. Yarış, ideolojik zeminde çatışmacı değil, uzun hesaplı, metrajlı, geniş ufuklu ilerlemeci siyaset ekseninde gerçekleşecektir.
Bu zeminde, harici güçlerin ülkemizin içerisini karıştıracak etkili maşaları kullanım imkânları da ya daralacak ya da etkisizleşecektir.
Bu yöndeki dönüşüm neticesinde, toplumdaki katı çatışmaların yerini, medeni ilişkiler alacaktır. Bu ılımlılık bilim dünyasına da yansıyacak, bu cenahta ideolojik çatışmaların yerini ilmi çabalar alacaktır. İşte o zaman, akademik kalite yükselecektir. Bilim insanları, ideolojik saplantılar yerine, ilmi çalışmalara odaklanacaklardır. Bunun neticesinde, ilmi çalışmalarda devasa ilerlemelerin yolu açılmış olacaktır. Akademik kalite üst düzeye çıkacaktır. “Armudun sapı, üzümün çöpü” hesabını yaparak nitelik zaafı yaşayanlar devre dışı kalacaklardır. Bu yöndeki gelişmeler yargıda da kalitenin üst düzeye çıkmasına katkı sağlayacaktır.