TURKTİME: Merkez medya'da kısa bir süre yazdınız ve tekrar eski mevziinize döndünüz. Kim, kimi kabul etmedi?
SERDAR ARSEVEN: Vakit Gazetesi’nden Tercüman’a gittim ve oradan tekrar Vakit’e geldim. Aslında ben bunu Vakit Gazetesi’nden gitmek olarak da kabul etmiyorum.
TURKTİME: Neden yine Vakit?
SERDAR ARSEVEN: Ben, Serdar Arseven ismini çok önemsiyorum. Bu isme hiçbir leke sürülmemesi lazım. Bu bağlamda Vakit Gazetesi ile örtüşüyorum. Okul dönemimde de ben bir haksızlık olunca hemen öne çıkardım. Bu bir tavır. Bazısı tersine hazmedebiliyor. Ama ben hazmedemiyorum. Örneğin yönetici elemanlarının birbirini gammazlamasını ister ama ben bana elemanımı gammazlayanı işten atmış bir adamım. Bizim genel tavrımız bu. Vakit Gazetesi, genel algının çok dışında, bana göre Türkiye’de gerçekten gazete olan tek gazetedir. Çünkü gazeteciliğin önde gelen şartı, bağımsız olabilmektir. Sizin yaptığınız haber çeşitli kaygılardan dolayı girmeyecekse, önünüz çeşitli kaygılardan dolayı kesilecekse, etikette gazetecilik yapıyor gözükseniz de yaptığınız gazetecilik değildir. Ya tetikçiliktir ya da reklam verenlerin hoşlarına gitmektir. Vakit’ten önce Güneş gazetesinde çalışıyordum. Güneş ile Vakit arasında Türkiye gazetesinde de çalıştım. Yani aşağı yukarı bütün eğilimlerdeki gazetelerde çalıştım. Ve şunu gördüm; Vakit dışındaki bütün gazetelerde ya hükümetin, ya belli bir camianın, siyasi partinin, reklam verenlerin, ordunun vb. güdümünde kalıyorsunuz.
TURKTİME: Sizin bir bağlantınız, güdümünde olduğunuz bir yer yok mu?
SERDAR ARSEVEN: Vakit gazetesinin bağımlı yada bağlantılı olduğu hiçbir grup yok. Olması gereken de bu. Muhabirlik yapan herkes için böyle olmalı. Çünkü yaptığınız bir haberin bağımsız bir şekilde hak ettiği için gazetede yerini alabilmesi gerekir.
TURKTİME: Peki nasıl oluyor da sadece Vakit bunu nasıl sağlıyor?
SERDAR ARSEVEN: Güneş Gazetesi’nden ayrıldıktan sonra Vakit ekibiyle tanıştım. O zaman Cuma diye haftalık bir dergi çıkaracaktık. Mustafa Karahasanoğlu’nun bana söylediği şuydu: “Bizim fazla paramız yok. Sen muhabir olarak başla ama iş bulduğunu da sanma.” Çünkü sermaye desteksiz bir derginin ayakta kalması ihtimal dahilinde değildi. Bağımlı olmadan bir gazetenin ayakta durması çok zor. Ya birilerinin işi,ne geliyorsanız reklam verecekler, yada bir lobinin adamı olacaksınız ki beslenesiniz. Satışla, tirajla ayakta durabilen yayınlar yok. Desteksiz bir yayının ayakta kalması mümkün değildi ama bize dendi ki “Ne, görece yakın ne de uzak olduğumuz yerlerden herhangi bir talepte bulunmayacağız. Sadece tirajımıza dayanarak devam edip edemeyeceğimizi göreceğiz.” İlk haftalarda zorlandık ama şaşırdığımız bir tiraja ulaştık. O zaman Nokta ile Tempo revaçtaydı ama ikisinin tirajı bizi bulmuyordu. Ve bu çıkış günlük gazete hissiyatı doğurdu ve çıktık.
TURKTİME: Tirajla ayakta durmanın zorluğuna rağmen tiraja dayanarak çıkış yapmanın sırrı neydi? Bunu nasıl becerdniz?
SERDAR ARSEVEN: Öncelikle hiçbir gereksiz masraf yapmadık. Personel başına verim olarak bire üç verdik. Bağımsız bir gazeteye ihtiyacın sanıldığından da büyük olduğunu gördük ve tiraj noktasında zorlanmadık. Tirajımız yükseldiği için sabit giderler noktasında birim maliyetleri düştü. İade oranını düşürmek için bayileri teker teker ele alarak bu yükten kurtulduk. Tüm bu avantajların yanında herkesin bir yere yaslandığı bir dönemde bir yere yaslanmamak da bir farklılık oldu ve bu farklılığın avantajını kullandık. O süre içinde Türkiye çok gerilimli günler yaşadı. Demokrasi tehdit altında oldu. Ve o dönemde direnişin kıvamını koyu tutan tek gazete Vakit gazetesi oldu ve bu da bir ayrıcalık oluşturdu. Genele uyum sağlamak bir politika olduğu gibi genelden farklı olmak, özgün ve bağımsız olmak da bir politikadır. Biz bu politikayı uygulayan tek gazeteyiz.
VAKİT SERT DENİYOR… HAYIR! BÖYLE BİR ORTAMDA NE KADAR BAĞIRSAK AZDIR!
TURKTİME: Bu politikayı uygularken çok agresif ve sert bir üslup benimsiyorsunuz ve bu tavrınız çok eleştiriliyor. Vakit Gazetesi neden bu kadar sert?
SERDAR ARSEVEN: Sokakta yürürken birisi sizin omzunuza çarptı diye adamı dövüyorsanız, gerçekten de bu agresif bir tavırdır. Ama birisi sevgilinize yada eşinize tacizde bulunduğunu zaman sizin o adamı dövmemeniz zaaf olarak algılanır. Yani sizin karşılaşacağınız hareketle nispetle yapacağınız fiilin ağırlığı yada hafifliği söz konusu olabilir. Bakın, biz neler yaşamışız; 50 milyar doları banka hortumlarıyla giden kahraman bir milletin fertleri olarak, 30 bin insanını anlamsız bir teröre kurban vermiş insanlar olarak, sürekli olarak darbe tehdidi altında kalan toplumun fertleri olarak, bin yıllık devlet tecrübesi olan, devletler kurup devletler yıkmış bir medeniyetin temsilcisi olarak tanklarımızı bile 2 milyonluk, 50 senelik İsrail denilen münasip olmayan yerleri kırık bir devlete tamir ettirmek mecburiyetinde kalıyorsak, bu ülkenin gazetecilerinden darbe karşıtlarının ordu düşmanı, darbe yanlılarının ordu dostu olarak tasnif edildiği bir ülkede bu hukuksuzluktan dolayı ne kadar bağırsak, feryat etsek azdır. Bize empoze edilmeye çalışılan bir şey var: En makbul öğrenci en az konuşan, en sessiz olandır. En makbul vatandaş; devlet karşısında önünü en iyi ilikleyen, el pençe divan durandır. Aynı şekilde makbul gazeteci tipi de oluşturuluyor. Bağırma, isyan etme, itiraz etme… Bitmeyen bir söylem var; her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz dönemden geçiyoruz… Tamam da bazı çarpıklıkları yüksek sele dile getirecek, haksızlıkların üstüne gidecek gazete olmadıktan sonra ortaya çıkmanın ne anlamı var? Öbürlerinden zaten var. Uyandırmayan, “Allah millete ve devlete zeval vermesin” anlayışını son derece iğdiş ve tahrip edilmiş bir şekilde oturtan, “kıl beşini, bil işini” mantığının hakim kılınmaya çalışıldığı, “camiler ardına kadar açık, kıl namazını. Belanı mı istiyorsun” Demirel mantığının genel geçer hale getirilmeye çalışıldığı, Diyanet İşleri kanalıyla dinin devletleştirildiği, dinin rejim açısında zararsız hale getirilmek istendiği bir ortamda bıraksınlar da farklı olalım.
TURKTİME: Sertliğine vurgu bu yüzden mi?
SERDAR ARSEVEN: Vakit gazetesine bir çerçeve çizmeye çalışıyorlar. Güven Erkaya vefat ettiğinde, biz; “Hakkımızı helal etmiyoruz” manşetini attık. “Çünkü sen illegal batı çalışma grubunu kurdun. Sen bütün yanlışların temelinde varsın. O yüzden hakkımızı helal etmiyoruz.” dedik. Dediler ki “Senin hakkını helal etmeme hakkın bile yok.” Benim başımı örtmeye hakkım yok, eğitim hakkım yok, akredite değilim. Bırakın bari o olsun. “Yok, helal de edeceksin” diyorlar. Neden? Şöyle yazdılar; “Ölülerinizi hayırla yad ediniz.” Bu, Hz. Peygamberin hadisi şerifidir. Sen hadisi şerife aykırı davranıyorsun. Hürriyet, o dönem hadisçilik yaptı, dini gazeteciliğe alet etti. Biz de diyoruz ki, “Orada, ‘ölüleriniz’ diyor. Güven Erkaya bizim ölümüz değil, sizin ölünüz.” Diriyken siz kullanıyorsunuz, ölünce bizim ölümüz oluyor. Sokaktaki vatandaş feryat ediyor. Ama diyorlar ki bu feryatları yansıtan bir tane gazete olmasın. Bütün gazeteler birbirine benzesin. Bir tanım olsun ve bütün gazeteler bu tanıma uysun. Ama hayır, bizim bir tavrımız var ve onu ortaya koyuyoruz.
HÜRRİYET, HASAN MEZARCI’YI AÇIKÇA HEDEF YAPTI!
TURKTİME: Bu tavrınızın bazen kastı aştığını ve hedef gösterme boyutuna geldiği çokça konuşuldu. Vakit Gazetesi hedef gösteriyor mu?
SERDAR ARSEVEN: Bakınız, Hürriyet Gazetesi, Hasan Mezarcı ile ilgili bir ek verdi ve bu ekte Hasan Mezarcı’nın başı dart hedefi yerine basıldı. Bu değil hedef göstermek, bizzat hedef yerine koymaktı. Burada teşbih falan da yok. O günlerde birisi Hasan Mezarcı’yı öldürmüş olsaydı ne olacaktı? Mesela Cumhuriyet Gazetesi Tayyip Erdoğan hakkında rejim düşmanı diye bir sürü haber yapıyor. Peki, birisinin Erdoğan’ı öldürmesi söz konusu değil mi?
TURKTİME: Gümüşhane Baro Başkanı, Danıştay II. Daire üyeleri, Ahmet Taner Kışlalı’nın üzerine çizgi çekilmesi gibi örnekler hep ölümle sonuçlandı. Madem herkes hedef gösteriyor bu örnekler neden size denk geliyor?
SERDAR ARSEVEN: Çünkü Türkiye’de mağduriyetler üzerinde provokasyonlar çok daha fazla. Türkiye’de dindarlar dayak yerken bir de acıyor diye bağırdıkları için suçlanırlarsa bunun artık tahammülü olmaz. Danıştay sokakta başörtüsünü yasaklamış, biz de böyle karar verilmez demişiz. Birisi gidip vurmuş. Vuran kişinin de dinle diyanetle ilgisi yok. Deniyor ki; Vakit, ayağını denk al. Böyle şeyler yazma. Çünkü sen teksin. Hal bu ki tek olmasa zaten denk gelmez. Tabii ki bize denk gelecek. Çünkü hep biz dayak yiyoruz ve sen haksızlığı dile getiriyoruz. Belki siz de zamanında haksızlığa karşı çıktığınız zaman bir büyüğünüz tarafından mutlaka uyarılmışsınızdır; senden başka adam yok mu? Yemek buldun ye dayak buldun sıvış. Ama “haksızlık vardı dile getirdim” derseniz; “Sana ne! Dile getirdin ne oldu, gördün!” denir. Biz neden öldürdüklerini bilmiyoruz. Sadece ortada bir haksızlık varsa yazıyoruz. Danıştay’ın bu kararını her şeye aykırı buluyoruz. Bunu evrensel hukuk da kabul etmez vicdan da. Deniyor ki neden fotoğraflarını basıyorsunuz. Bir gazeteye neden fotoğraf bastığı sadece Türkiye’de sorulur. Haberde fotoğrafın altında nerede doğduğu hangi hukuk fakültesinden mezun olduğu bilgileri var. Ne yani; katil vururken bizim bastığımız fotoğraflara baktı da “Seni vuracağım da yanlış olmasın. Bu musun” mu dedi? Peki neden başka şeylerin üzerinde durulmuyor?
TURKTİME: Nelerin mesela?
SERDAR ARSEVEN: Ben o hakimlerin birinin çocuğu olsam “O kameralar nasıl bozuldu?, O güvenlik şirketinden neden hesap sorulmuyor” diye sorarım. Katil bir gün önceden keşif gezisinde bulunmuş, o görüntüler yok. Biz bunu teknik elemanlara soruyoruz. O görüntülerin kamera bozulmuş olsa bile muhafaza edildiğini söylüyorlar. Yıllarca bozulmayan sistem, katilin keşif gezisi yaptığı gün bozuluyor. Bunların üzerinde neden durulmuyor? Öyle ya, o ihaleyi Vakit almıştı, kameraları da Vakit bozdu. Olayın bambaşka boyutları var. Olay, 16 Mayıs’ta oluyor. Tam üç gün sonra 19 Mayıs… Günün anlam ve önemine uygun konuşmalar yapılacak. O zaman biz şunu mu diyelim: Arkadaşlar, bakın adamları vuruyorlar, bundan sonra resim basılmayacak. Hep iyi haberler vereceğiz. Örneğin Bediüzzaman’ın ölüm yıldönümlerinde Bediüzzaman resmi basmak serbest. Necip fazıl yıldönümlerinde Üstad’ın resimlerini basmak serbest. Tayyip Eroğan’ın huzur ve barış mesajlarını da basalım. Deniz Baykal’ın huzur ve barış mesajı bulunamayacağı için basamayız. Aynı şekilde Ahmet Necdet Sezer’i de basamayız ama onun yerine hiç olmazsa diğer Sezer’i basarız. Örneğin Teziç’in fotoğrafı basılmasın mı isteniyor. “Ey Vakit, benim fotoğrafımı basma, biliyorsun bir şeyler oluyor.” Ne yani, bu mu isteniyor?
AHMET HAKAN GİBİ TAKILSAYDIK SIKINTI OLMAZDI!
TURKTİME: Risk var ve riski alıyorsunuz öyle mi?
SERDAR ARSEVEN: Toplumun önünde olan insanlarız. Birtakım mesajlarımız var. Bu mesajlarımız risk içeriyorsa, bu risk hepimiz için söz konusu olabilir. Senin söylediğin sözden, verdiğin mesajdan hoşlanan da olacaktır hoşlanmayan da. Gazetecinin görevi, bunun fotoğrafını basmaktır. Fotoğraf basmamak bir gazeteci için mesleğini yapmamak demektir.
TURKTİME: Yani hedef göstermiyorsunuz…
SERDAR ARSEVEN: Kimse kimseyi hedef göstermiyor. Kimseye yeşillenmeseydik, İslamcı artı Kürtçü muhabbetine takılsaydık, deseydik ki “Atatürk zamanında Kürdistan vardı, şimdi neden olmasın!” Biraz sermayeyle iyi olsaydık, biraz da Ahmet Hakan vari takılsaydık sıkıntı olmazdı. Ama her şeyden önce kendine olan saygının kalması lazım. Her şeyden önemlisi o.
ERTUĞRUL ÖZKÖK’Ü YARIN BİR TARİKAT TOPLANTISINDA DİZ ÇÖKERKEN DE GÖREBİLİRİZ
TURKTİME: Zaman zaman sertliğinizle ilgili özeleştiri yapıyor musunuz? Bu da maksadı aştı, burada da hata yaptık dediğiniz oluyor mu?
SERDAR ARSEVEN: Evet, oluyor. Bazen yeterince sert vermediğimizi, hakikaten hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Şu mudur? Bir gazeteci birisinin aleyhinde yazı yazdığı taktirde aleyhinde yazdığı kişi saldırıya uğrayacak olursa, o gazeteci suçlu olur. Mesela Turktime zaman zaman tavrını beğenmediği Ertuğrul Özkök’ü yazıyor. Evet, ben bunu doğru buluyorum. Özkök’ü ben de sonuna kadar eleştiriyorum. Fırıl fırıl dönüyor… Nerede duracağı belli değil, nasıl döndüğü de belli değil. Çok ilginç figürü var. Çok dönen tipler gördük ama Özkök her türlü figürü sergiliyor. Yarın bir tarikat toplantısında diz çökerken de görebiliriz onu. Her şeyi yapabilecek kıvraklıkta. Burada birisi de çok dönenlerden hoşlanmayabilir. Ama bunu ne Turktime ne Vakit ne de başkası önceden görüp de yazmayayım diyemez. İnsanları susturmanın, merkezde toplamanın birtakım yolları vardır. Vakit gazetesine birtakım telkinlerde bulunuluyor. El altından da yapılıyor, dava açmak suretiyle de, hukukun siyasallaştırılması ile de yapılabiliyor. Deniyor ki, sen yazma.
VAKİT, SIRTI YERDE PEHLİVAN GİBİ, YENEMEZLER!
TURKTİME: Açılan davalar sizin suçunuzla ilgili değil de hukukun siyasallaştırılması nedeniyle yıldırma girişimi mi yani?
SERDAR ARSEVEN: Bizim yazarımız Atilla Özdür, camilerde namaz genelgesine ilişkin Teoman Koman’ı destekleyen bir yazı yazmıştı. Vakit Gazetesinin genel yayın politikasına aykırı bir yazıydı ama biz ona müdahale etmeyiz. Teoman Koman, Atilla Özdür’e dava açmış. Atilla Özdür hakaret etmediğini, tersine desteklediğini söylüyor. Ama karar mahkemeden “Atilla Özdür hakaret etmediğini söylüyorsa da bir Vakit mensubunun Teoman Koman gibi laik bir insana hakaret etmeyeceği düşünülemeyeceğinden mahkumiyetine…” diye karar çıkıyor. Evet, aynen böyle bir karar çıkmıştı. Yine Cumhuriyet Gazetesi’nden alıntı yapmışız. Her iki gazeteye de dava açılıyor, cumhuriyet beraat alıyor biz mahkum oluyoruz. İtiraz ediyoruz. “Cumhuriyet Gazetesi laik rejimin güven duyduğu gazetelerden birisi olup, haberi bu niyetle yazmıştır. Vakit Gazetesi’nin Cumhuriyet’in haberini alma niyeti hinlikten kaynaklanmakta olup mahkumiyetine karar verilmiştir…”
TURKTİME: Tepkiler yada baskılar geri adım atmanıza neden oldu mu hiç?
SERDAR ARSEVEN: Bunlar yaşandı diye vazgeçecek değiliz. Hukuk, ekonomik baskılar, tazminatlar kullanılıyor. Attırsa zaten bütün sistem nazdinde akredite olacağız. Ama biz şunu düşünüyoruz; sıfır noktasını kabul eden, sırtı yerde olan pehlivanı yenemezsin. Vakit gazetesinin sırtı yerde pehlivan olma durumu var. Biz diyoruz ki, canımızı Allah alacak. Allah’ın uygun görmediği cezayı bize verebilecek, uygun gördüğü cezayı da bizim üzerimizden alabilecek güç yoktur. Biz buna inandık. Dolayısıyla ne İsrail’i ne ABD’si umurumuzda değil. Deniyor ki; sus, diğerleri gibi ol. Ama diğerleri gibi olduktan sonra bize gerek yok.
İSLAMCI BASINDA MARİFETİ OLMAYAN KİŞİLER ÖNE ÇIKARTILIYOR