VATAN'dan Ruşen Çakır'ın yazısı:
Abdullah Gül’ü çok eskiden beri tanıdığım için yakınlarım “ne diyorsun?” diye soruyor ve hepsine aynı cevabı veriyorum: “Şahsen çok sevindim, ama kendisinin sevindiğini hiç sanmıyorum.”
Neden mi sevindim? Dört ana seçenek masadaydı ama Çankaya’ya, AKP’nin temelini oluşturan Erdoğan-Gül-Arınç üçlüsünden birinin çıkması en kuvvetli ihtimaldi. İçlerinden en fazla hak eden Erdoğan’dı, en az kriz çıkartacak olan, bu arada oraya en fazla yakışansa Gül’dü.
Gül’le ilk kez 1991 Genel Seçimleri öncesinde Kayseri’de tanıştım. O zamandan beri ülkenin ve dünyanın değişik bölgelerinde Gül’ü izliyorum, kendisiyle defalarca röportaj yaptım, “off-the-record” sohbet ettim. Öncelikle samimi olduğunu düşünüyorum. Örneğin hoşuna gitmeyen veya cevap vermek istemediği bir soruyla karşılaştığında yüzü kızarır, ya soruyu geçiştirir ya da hiç cevap vermez, ama göz göre göre yalan söylediği pek görülmemiştir.
Gül, “politikacı olmayan politikacı” kimliğiyle, dün RP ve FP’ye, bugün AKP’ye mesafeli duran kesimlerin de gözünde belli bir yer edinebildi, “makul, konuşulabilir, sempatik” görüldü, en azından “kötünün iyisi” olarak algılandı.
Gül, herkesle konuşabildiği gibi herkesle çalışabilen bir isimdir. Başbakan olduğunda ekibine ilk kattığı isimlerden biri, aynı seçimlerde YTP listelerinden birlikte aday olduğumuz gazeteci Ahmet Sever’di. AKP hükümetinin “kendinden olmayan” kişilerle çalışabildiğinin belki de yegane örneği olan Sever halen AB İletişim Grubu Başkanlığı görevini yürütüyor.
Gül’ü tanımayanlar, laik cumhuriyetin önde gelen kalelerinden biri olarak bilinen diplomasiyle çatışmasını beklediler. Hele Prof. Ahmet Davutoğlu’nu “dış politika çarı” yapmasıyla iştahları iyice kabarmıştı. Ama sonuçta onca beter soruna rağmen dış politikada vahim bir kriz yaşanmadı.
Troyka içinde laikliğe duyarlı kesimlerin en az kaygıyla baktığı kişi olabilir, ama Necip Fazıl Kısakürek’in geliştirdiği “Büyük Doğu” geleneğinden gelir. Bu nedenle Milli Görüş içinde en entelektüel ve sıkı İslamcılardan biriydi. Ama özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte İslamcı geçmişiyle samimi bir şekilde yüzleşmeyi bildi.
Gül sevinmiyor çünkü Çankaya’yı düşünmüyordu. 12 Mart 2003 günü devrettiği emaneti Erdoğan’dan geri almayı, ikinci kez başbakan olmayı umuyordu.
Başta her şey onun istediği gibi gelişiyordu: Erdoğan, Celal Bayar, Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in çizgisini izleyerek devletin en tepesine çıkmak istiyordu. Ancak parti içinde “Erdoğancı” bilinen ekip, Gül’ün liderliği ve başbakanlığı durumunda iktidarlarını kaybedeceklerini düşünüp panik içinde onu kararından vazgeçirmeye çalıştılar.
İKTİDAR SAVAŞLARI SÜRER
Sorun sadece Erdoğan ile Gül arasında kalsa dördüncü bir isimle çözülebilirdi. Ama Arınç ağırlığını koydu. Ne Erdoğan’ın önerdiği Vecdi Gönül’e, ne de Gül’ün alternatif olarak gösterdiği Beşir Atalay’a onay vermedi. (Nimet Çubukçu, Edibe Sözen gibi isimlerin Erdoğan’ın yakın çevresi tarafından kasıtlı olarak sızdırıldığını ve Gül’ün bu tür “zayıf” isimlere onay vermesinin imkansız olduğunu düşünüyorum.
Sonuçta “en az mutsuz”un Arınç olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Çankaya’ya kendisinden daha az kıdemli birinin veya Meclis dışından bir ismin çıkmasına izin vermedi. Böylelikle AKP içindeki iktidarını iyice güçlendirdi.
İkinci “en az mutsuz” da Erdoğan’dır. Çankaya hakkından feragat ederek, gerek parti tabanı, gerek genel kamuoyu, gerekse iç ve dış iktidar odakları nezdinde prim yaptı.
Artık AKP içindeki iktidar savaşları iyice aleniyet kazandı. Bundan sonra şiddetlenerek süreceği de kesindir.
Çünkü benim tanıdığım Abdullah Gül, sanıldığının aksine siyasi hırsını Çankaya’ya gömecek biri değildir.
VATAN
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |