Kimseye zalim demek kolay değil. Hele bir başkana, bir başbakana. Ancak, kendilerini göklere çıkaran toplum üzerinden çatışma veya hatta iç savaş kışkırtıcılığı yaparlarsa durum değişir. Bugünlerde sorumsuz konuşma örneği çok fazla ama yöneticilerimizin Edebali nasihatlerini hatırlamaması affedilir gibi değil. Böyle günlerde onların yöneticiliklerine ihtiyacımız var, yoksa öbür işler bir şekilde olur-biter.
Melih Gökçek tüm Ankara billboardlarını kapatmış “Menderes’i astılar, Özal’ı zehirlediler, Erdoğan’ı yedirmeyiz” afişleri ile doldurmuş ve halkı halka karşı kışkırtıyor. Anarşiye davet ediyor? Tayyip Bey’in, yani Başbakan’ın “Yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyorum”, “Camide bira içtiler”, “Benim başörtülü bacılarıma saldırdılar” benzerleri beyanları ve yalanları da aslında halkın bir kısmını diğerlerine karşı kışkırtma değil mi? Bu ülkede buna benzer yalanlarla büyük facialar yaşanmadı mı? Bunlar hem de bir Başbakan tarafından oluşturulan, sorumsuzluk örnekleri değil mi?
Bunlar halka zulümdür. Bunlara benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz başta yöneticilerimiz tüm toplum zıvanadan çıktık galiba… Hanımefendiler, beyefendiler, ülke böyle yönetilmez. Demokrasi de bu değil… Türkiye yönetilmiyor. Türkiye’nin yöneticileri de sağlıklı değil… Türkiye sağlıklı değil… Özellikle başta bulunan zat, Yaradan’ın kullarına zulmederken Yaradan’ı dahi incitiyor.
Başbakan Yardımcısı Arınç, “Birilerinin bizi uyarması, silkelemesi lazım” demiş. Bu bana bir hikaye anımsattı, galiba hikayeyi yazmam uygun olacak. Fazla söze ne hacet?
“Vaktiyle bir derviş, nefsi ile mücadelede yeni bir aşamaya geçecektir. Artık her türlü gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekle olmamaktadır. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık, ne varsa hepsinden... Derviş, usule göre, soluğu berberde alır. Berberden kendisini traş etmesini ister. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Tam yarısını kazımış ve diğer tarafa usturayı vuracakken, bıçkın bir kabadayı aniden “Ulan kabak” narası ile girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atar ve tüm kabalığı ile, "Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!"
diye kükrer. Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz olması gerektir. Kendini bozmaz
derviş, hiç ses etmez, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup olur ama, korkmuştur da. Sesini çıkartamaz.
Kabadayı Dervişin kalktığı koltuğa oturur, berber traşa başlar. Traş sırasında da devamlı olarak dervişi aşağılayıp alay etmeye devam eder;
"Kabak aşağı, kabak yukarı"
Traş biter, kabadayı yine dervişe şaplak atarak dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıya çarpar. Kabadayı nalların altında parçalanır, orada yığılır kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basarlar. Berber ise şaşkındır.
Bir bu kötü manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar,” Biraz ağır olmadı mi derviş efendi?”
Derviş mahzun ve düşünceli bir şekilde cevap verir,
“Vallahi asla gücenmedim ona, Hatta hakkımı da helal etmiştim... Gel gör ki kabağın bir sahibi var.
"O" gücenmiş olmalı!..”
Evet, konu bu halkında bir sahibi var, “O” gücenmiş olmalı…