“Böyle giderse beynine sıkarlar!”
28 Şubat olarak anılan dönemde Günaydın muhabiri olarak Refahyol hükümetine bakıyordum. Günaydın’dan ayrılarak Gündüz Gazetesi’nde köşe yazmaya başladım. O zaman gördüğüm fotoğraf aynen şuydu;
Erbakan tecrübesizliğinden dolayı askerin kırmızı çizgilerini sık sık zorluyor, bunu fırsat bilen asker de Erbakan’a üstü gibi davranıyordu. Erbakan bir taraftan dar gelirliye yönelik iddialı hamleler yaparken, diğer yandan Başbakanlık Konutu’nda din hocalarına verdiği yemekle laik kesimin tepkisini çekiyordu.
Erbakan Hoca’nın İstanbul’un güçlü sermayesine mesafeli yaklaşması, sivil toplum örgütlerinin ayaklanması ve Çevik Bir’in Sincan’da tankları yürütmesi sonun başlangıcı oldu. Çevik Bir o kadar güçlüydü ki, Bir’e yakın olduğu vehmedilen insanların bile yanına yaklaşılamıyordu. Tüm ideolojilere mesafeli yaklaşan, isimlerin üstünü kapayarak sadece olaylara bakmaya çalışan sıradan bir gazeteci olarak post modern darbeyi eleştiren yazılar yazdığım bir gün Sağlık Bakanlığı’na uğradım.
Bakan Müşaviri olan T. A.’nun odasında otururken Bakanlıkta herkesin MİT yöneticisi olarak tanıdığı kısa boylu zat içeri girdi. Beni görür görmez, “Sen böyle yazmaya devam edersen Gölbaşı’na götürüp beynine sıkarlar!” dedi. Bana yakışmayacak ölçüde sert yanıt vererek odadan çıktım. Dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, bugünün CHP Milletvekili Dr. Aytun Çıray’ın, bugün de Hürriyet’te yazar olan bir gazeteci tarafından istifa etmesi için tehdit edilmesi, başıma hep bela olan zayıfın yanında yer alma güdümü tetiklemişti.
Çevik Bir’e yönelik, “Haddini bil!” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Bu yazım nedeniyle DGM’de 1 yıl 8 ay hapse mahkum oldum. Cezam tecil edildi ama 5 yıl tüm haklarımdan mahrum kaldım. Ne sağcı, ne solcu, ne orta yolcu. Tek kişi bile hatırımı sormadı. Allah’tan başka tek kişinin kapısını çalmadım. Zaten çalacak kapım da yoktu. Bana haksızlık edenlere içimde zerre kadar kinim yok. Belki buna acıma diyebilirsiniz…
28 Şubat Mağduru Alaaddin Yüksel ve Akşener
28 Şubat operasyonu başlayınca ne zamandır sesi soluğu çıkmayan bazı isimler hemen ortaya çıktı ve eski hesapları görme telaşına düştü. Meral Akşener de fırsat bu fırsat diyenlerden. Akşener’in derdi ise şu an Ankara Valisi olan Alaaddin Yüksel. Akşener ısrarla soruyor: “Alaaddin Yüksel neyin ödülü olarak Ankara valisi yapıldı?” O sorunun neden sorulduğu ve yanıtını birazdan vereceğim kısa bilgide saklı. O dönemde iktidar partisine bakan aktif bir gazeteci olarak tarihe şöyle tanıklık yapmıştım;
28 Şubat sürecinde Emniyet Genel Müdürü olan Alaaddin Yüksel görevinden bir gece yarısı operasyonu ile alınmış ve Çankırı Vali Vekili yapılmıştı. Ama sıradan bir görevden alma değildi. Yüksel; “Kararname ile geldim kararname ile giderim.” diye direnmiş ama makamının kapısı kırılarak içeri girilmiş, ortada bir kararname bulunmadan görevine son verilmiş ve yerine Kemal Çevik atanmıştı. Bir anlamda 28 Şubat’ın puslu havasının mağdurlarındandı Yüksel. Ve daha sonra 7 kez idari mahkemeye başvurup davaların hepsini de kazanmıştı. Sonrasında ise sırasıyla Balıkesir, İzmir ve Antalya valiliği yapmış ve 2010’da da Ankara Valiliği’ne atanmıştı.
Yüksel 40 yıldır mülki idare amirliği yapıyor. 28 Şubat’tan sonra Balıkesir, İzmir, Antalya gibi illerin valiliğini yapan bir devlet adamının bir sonraki durağının Ankara Valiliği olmasının neresi şaşırtıcı? Neyin ödülü olduğu belli değil mi? Tüm bu süreçleri en yakın bilenlerden birisinin de Başbakan Erdoğan olduğunu düşünüyorum. Kusura bakmasın ama konjontör avcılığı, bu pusu siyaseti Akşener’e hiç yakışmadı. Kendisine önerim; Fırsat bu fırsat o dönem yarım kalmış hesabı bu gün göreyim derdine düşmek yerine o gece yarısı operasyonunun gerçek nedenini açıklaması! Bekliyorum!
Beklerim!
Geçen hafta kaleme aldığım, “Teksas gibi” yazımdan sonra Ankara Valisi Alaattin Yüksel olaya el koydu. Ankara Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya, Mamak Kaymakamı ErtuğrulKılıç, Mamak Emniyet Müdürü Rüstem Özbek ve Mamak Müdür Yardımcısı Doğan Özer beni arayarak yazdığım konularla ilgilendiklerini/ilgileneceklerini söylediler.
Polis şeflerinin yazıma yönelik kendi açılarından makul sitemleri vardı. Yakın akrabasında 3 emniyet müdürü, 4 polis memuru ve bir başkomser olan gazeteci olarak bu sitemleri anlayışla karşılıyorum ama benim de kamuoyu adına tanıklık yapmak gibi bir görevim var. Ankara’yı yöneten polis şeflerine; mahallenin muhtarları, mahallenin önde gelen sakinleri falanca yerlerde problemler var dese, polis şefleri bu şikayetleri kulak arkası yapar mıydı? Yapmazdı. Ben de yapmadım. Mesele budur.
Arşivlere bakanlar görebilirler; Bakanlık ya da Milletvekilliği ünvanına güvenerek uçakta polise tokat atan, ceza yazdığı için polise hakaret edenlere en sert yanıtı veren, bu yazılarımdan dolayı onlarla mahkemelik olmuş bir gazeteciyim. Kendi pozisyonumu yazmak zorunda kalmaktan hoşlanmıyorum ama gerçek budur. Müsaade edin de, asayişi bozan, asayişin bozulmasına katkı veren, şahsi arabasına sakladığı copla millete saldıran devlet görevlilerini de yazalım! Kendilerine devlet görevlisi süsü vermeye çalışan mafya bozuntularının bana, “Gününü göreceksin!” mealinde gönderdikleri mesajları ciddiye almıyorum. Dün, evvelsi gün ve sonrasında hep Allah’ın dediği olmadı mı? Bundan sonra da öyle olacak. Ankara’nın tam ortasında korumasız, cebinde çakısı bile olmadan yaşıyorum. Beklerim!
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş Gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır...