“Kimbilir küçükken ne yaramazdın sen?” diye başlayan bir mail alınca, görünmez bir el ömrümün geri tuşuna basıverdi…
Doğru. Küçükken çok yaramazdım. Şimdi ne kadar aksi ve çekilmezsem, küçükken de o kadar sevimliydim... Komşular, fotoğraflar ve anılarım öyle söylüyor…
Hiç emeklemeden yürüdüğümü söyler ailem. Başkaları için basit, benim için büyük anılarım var. Mesela kırmızı, demir bir oyuncak traktörüm vardı. Uzun zaman onunla vakit geçirdim. Babam, Almanya’dan ışıklı, sesli ve yürüyen bir tren getirdiğinde tüm mahalle eve dolmuştu. Bozarlar diye kimseye elletmemiştim.
İsmini unuttuğum Didar Teyze’nin kızı hariç. Ona serbestti! Elleyebilirdi… Biraz daha büyümüştüm. Yaşım 6 olduğunda boyumdan büyük bir tüfeğim oldu. Demir saçma atan, bayağı bayağı tehlikeli bir oyuncak. Komşular bir gün evi bastılar. “Senin oğlan sağa sola ateş ediyor, bir gün gözümüzü çıkaracak Selahattin Bey, şu silahı al elinden” diye Babamı ikna edip tüfeğimi elimden aldılar. Çok üzüldüm ağladım ama tüfeğim gitti. Bende kendime bir sapan yaptım. Ceplerimi küçük taşlarla doldurup pusuya yattım. Hedefim belliydi: DÖRT KOL KIZI…
Bu kadın çok fenaydı. Kedilerin kafasını eziyor, yem için inen kuşlara terliğini atıyordu. Adının “Dört kol kızı” kalmasının sebebi de, biraz aşifte bir hali vardı. Görmesenizde mahalleden geçtiğini anlayabilirdiniz. Hiçbir kadın onun gibi terliklerini topuklarına değdirerek, bu denli ritmik bir ses çıkaramazdı. Ama o bunu becerirdi. Daha önce saçmayla delik deşik ettiğim böğrünü, bu sefer de taşla doldurdum. Ben sapanla taş atıyordum, o, ”Yandım anam” diye üstüme geliyordu. Ben atıyordum, o geliyordu. Beni kulaklarımdan yakalayıp, ayaklarımı yerden kesti. Gözlerini gözlerime dikip, “Niyeeee, manyakmısın sen?” diye bağırdığında, cılız bir sesle “Kedilere dokunma sende!” dedim. Elektirik çarpmış gibi beni bıraktı. Bir daha kedilere, kuşlara musallat olmadı. Bir kere kuşlara yem verdiğini bile gördüm. Mücadelenin zevkini ilk tattığım yıllar!
Biraz daha büyüdüm, yaşım 8 oldu. Televizyonumuz yoktu. Bu yüzden dönemin fenomen dizileri, Vadideki hayat ve Kaçak’ı mahalle Muhtar’ımızın evinde izleyebiliyordum. Ama bu sefer muhtarın kızı Zehra, anlamını ancak büyüyünce çözebildiğim gülümsemeyle “Misafirimiz var” diye eve almamıştı beni. Sebebini eve dönüş yolunda kendimce bulmuştum. Akşamları onlara mahkum olduğumu düşünerek, gündüz oynadığımız oyunlarda geçiş üstünlüğü istemiş, bunu red edince “Görüşürüz” demişti. Koskoca muhtar kızı, üstelik Grundig televizyonları var, ve ben onu takmıyorum. Gücün, suratıma inen ilk tokadı oldu bu…
Giderek büyüyordum artık. Yaşım 9 olmuştu. O vakitler sinema bir düş gibiydi. Zor yürüdüğü her halinden belli olan Skoda’nın arkasına iliştirilmiş film fragmanları sokak sokak dolaşırdı. En önde oturan o mühim adam megafonla bağırırdı : “Yumrukların konuştuğu muazzam filmi Saner film siz sayın seyircilere gururla sunar. Türk sinemasının kraliçesi Türkannnn Şoraaaayyy… Yine sinemamızın harikulade ismi Cüneytttt Arkınnnn…” Bu davudi sesi duyunca hemen eve koşardım. Anneme, bugün hiç yaramazlık yapmadığımı söyleyip, akşama yatırım yapardım. Boyaları dökük, bacakları eğri Skoda’nın bizim mahalleden geçmesinin anlamı akşam 8’de Açıkhava Sinemaları Eser ve Yayla’da, Türk Filmi var demekti…
Sinemada seyrettiğim bir film sonrası aynı hareketleri tekrarlamak için evde takla atarken başım cam komidinin içine girmiş, Annem de ‘can güvenliğim!’ açısından bana Türk Filimlerini izlemeyi yasaklamıştı. Sinema yasak, tv yok, tüfeksizim. Bir zaman böyle geçti.
Ne olduğunu anlamadan yaşım 14 oldu. Bizim sessiz mahalle, Kızılay’a dönmüştü. Simalar değişmiş, küçük diye selamımızı almayan ağabeylerimiz yarım yamalak bile olsa, selamımızı almaya başlamıştı. Demek ki, büyüyorduk.
Mahalleye bilmediğimiz delikanlılar dolmuştu. Üstelik, gıcır gıcır arabalarla. Gümüş künye, ipek gömlekli tipler. Mahallenin kızlarına takılıyorlardı. Kendi mahallemizde yabancı durumuna düştük. Baktım olmayacak, 4 kişilik amatör bir çete kurdum. Dut ağacından kopardığım 5 dalı silah yaptık. Başkan yardımcısı, genel sekreter gibi görev dağılımıyla dörtbaşı mamur bir çete yani. Tanımadığımız arabalar üst üste 3 kereden fazla mahalleden geçerse hedef olacaktı. Öyle de oldu. O dönem yeni çıkan reno steyşın bir araba üst üste tam 6 kere mahallemizden geçti. Cesarete bak. Her geçişinde korna çalıyor, mahallenin kızlarına, “buradayız” diyorlardı.
Tabi biz de oradaydık. “Allah, Allah” sesleriyle hem arabayı, hem de içindekini perişan ettik. Birkaç vukuattan sonra anladık ki, suç bizim mahallenin kızlarındaymış! Kuyruk sallayıp duruyorlarmış. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladığım yıllar!
Yıllar, yıllar geçti. Film çok hızlı sardı…
Tuhaf bir mesleğin içine düştüm.
Olduğun gibi davrandığında tecrit edildiğin, olmadığın gibi davrandığın zaman alkışlandığın bir meslek…
Her şey altyazılı….
Ağız tadıyla filim izleyemez olduk...
Siyasi makinistlerin araya ‘parça’ koymasından bıktım!
TRT’nin ibriğini bile arar oldum…
Zor geçiyor günlerim(iz)...
Mutlu değilim…….