Kapatılana kadar Tercüman gibi köklü bir ulusal gazetede de yazdım ama samimi söylüyorum internette yazmanın keyfi, heyecanı çok farklı. Çünkü, interaktif, okuyucunun tepkisini hemen görüyorsunuz. Benim yazdığım dönemde Tercüman’ın internet sitesi yoktu. Dolayısı ile okuyucu tepkilerini ya alamıyor ya da e-mailime gelen nadir mektuplardan öğrenebiliyordum. O da çok aşırı ya olumlu veya olumsuz tepkilerdi. Çoğunluk üşenip tepkisini maile dökmüyordu. Mailime gelen korkunç sayıda mektubun hemen hepsi ise sorunu olan mail gruplarındandı. Atama bekleyen öğretmenler, bedelli askerlik beklentisi olan gençler gibi. Mail yağdırıyorlardı… Şimdi ise okuyucu tepkilerini tüm okuyucular yorum yazmasa dahi binde 5’inden gelen yorumlardan da olsa görebiliyor, hissedebiliyor, anlayabiliyorum. Bu güzel ve heyecan verici… Gerçi şimdi de okuyucu-yorumcu kimliğini gizleyerek makulden ve etikten ayrılabiliyor, samimiyetsiz olabiliyor ama yine de heyecanı var…
Son zamanlarda okuyucu yorumları çok azaldı. Daha önce bazen 150’yi aşan yorum sayısı şimdilerde 10’lara düştü. Geçen yıla kadar herkes az çok idealistti. Yorumcunun inandığı bir düşünce ve o düşünceyi temsil ettiğini sandığı siyasi gruplar veya partiler vardı. Ben kitap tanıtımı gibi siyaset dışı bir konu yazsam dahi son sürat siyaset tartışan bir garip yapı oluşmuştu. Bir grup Cumhuriyeti ve kazanımlarını koruma iç güdüsü ile hayli idealist ve heyecanlı yorumlar yaparken, karşı grup ise bu konuda statüko oluştuğunu ve değişimi savunarak, değişimci olduğuna inandığı şimdiki iktidarı da savunuyordu. Geldiğimiz noktada iktidarın değişimci, dürüst ve samimi olmadığı az-buçuk anlaşılınca tartışmacı sayısı da hayli azaldı. İktidarın okuyan-yazan grup içerisinde destekçisi düştü, dolayısı yorumcu sayısı da düşmüş oldu. Daha önce dış politikada yeni bir soluk, farklılık getirdiğine, Türkiye’yi büyüteceğine inanılan iktidar, Kıbrıs’tan başlayarak Ermenistan, AB, Irak, İsrail, Suriye, İran, Rusya, Kuzey Afrika ve Mısır konusunda şapa oturunca, belki de sadece Cumhuriyet değil, Osmanlı çöküş dönemi de dahil olmak üzere en başarısız dış politikayı izleyince, kimse bunu savunabilir durumda olamadı. Yorumlara bakarsanız dış politika konusunda uzun zamandır hiçbir yorumcunun iktidarın politikalarını savunmadığını görürüsünüz. Yani iktidar samimi olarak değişimi savunan grubun o kadar uzağına düştü ki değişimin değil ama iktidarın savunulacak yanı kalmadı. Tabi kimse vatan haini olmaz kolay kolay, yanlışı savunmak ta bir yere kadar…
Benzeri durumlar, PKK ile yapılan “Barış” içinde geçerli. Savunulacak yanı yok. Daha doğrusu tek savunu noktası, kan akmaması… Onun da bedeli çok ağır oldu, çünkü artık ülkenin bir bölümünde Türkiye Cumhuriyeti Devleti yok. Evet, yok... Özellikle güvenlik olarak yok. Artık bölünmemeyi savunan da yok… Çünkü, bölündük… Henüz hukuken adını koyamadık, ama en azından ruhen bölündük… İktidar, Kürt ulusal kimliğini yükseltip Türk Ulusal kimliğini yerle bir etmiş ve buna da demokrasi demiş. Bu saatten sonra eski anlayışla Güneydoğu’yu asker ve polisin savunması mümkün değil. PKK’nın da federal bir hukuki yapı veya otonom bir Birleşik Kürdistan talebi için, yeni bir İsrail uydusu devlet için koşulların bir az daha olgunlaşmasını beklemesi, zamana oynaması lazım ve hep birlikte pek konuşmadan, sessizce bekliyoruz… Neyi konuşacağız?
Ekonomide zaten kötüye gidiyor. Başbakan bile tüketim ve borçlanmanın geldiği noktadan korktu, artık kredi kartı kullanmayın diyor ama korkudan faiz lobisi söylemine rağmen faizleri de artırıyor. “Demokratikleşiyoruz” iddiaları ise tam bir düş kırıklığı oluşturdu, sadece belli bir bölgede demokratikleştik…
Eeee! Neyi tartışacağız bu koşullarda? “Ben haklı çıktım” demek te güzel değil, ülke elden gitmiş. “Keşke çıkmasaydım” durumu oluşmuş. Yani en kötüsü…
Hatırlar mısınız, “Askeri vesayet kalktı ama yerine sivil vesayet geldi”, “Ulus devlet”, “Komşularla sıfır sorun” gibi konuları ve yüzlerce konuyu ne şevkle tartışmıştık… Samimiydik, coşkuluyduk, kendimizden emindik… Bir anda elinden oyuncağı alınmış çocuklara döndük. Neyi tartışacağız, sefalet durumumuzu mu?
Ağlayamıyoruz da…