Sosyal medyada tanıştık, ‘Ağbi’ dedim ‘Sanat sepet işleriyle iştigalim, elim kalem tutar, arzu edersen gazetende yazabilirim…’ Yine kendini Dostoyevski sanan sevimli bir arkadaş diye düşünmüş olmalı, epey sonra kırmadan yuvarlak bi’ cevap verdi. ‘Şu süreci bir atlatalım’ mukabilinden. Durur muyum, hemen dosyalarımı kurcaladım, katlayıp sandığımın diplerine istiflediğim evvelce karalanmış naftalinli metinlerimden birini yapıştırdım gecenin bir körü...
Sabah mesaj geldi: ‘Hafta içi bir gün buluşalım.’
Birkaç gün sonra buluştuk ofisinde. Kapıda karşıladı, öyle bilindik ilk tanışma faslı ritüellerinin tamamını elinin tersiyle itip, kitabın tam ortasından başladı konuşmaya… Bugünden geçmişe defalarca gidip tekrar döndü.
Öfkeliydi, ama küs değil, heyecanlıydı ama kontrolsüz değil, konuşurken birkaç defa kalkıp tekrar oturdu ama bilinçsizce değil… Dinlerken pür dikkatti, hayatın sırrını veriyormuşum gibi kulak kesti. Cümlelerimin darasını ayrı, yükünü ayrı tartıp ambara öylece aldığı besbelliydi, bunun besbelli olmasından endişelenmediği de belliydi. Hiç sormadım ‘Kim bu vekil ?’ diye. O da söyleyecek değildi zaten.
Hayata farklı yerlerden baktığımız yarım saat bile geçmeden çıkıverdi ortaya. Açıkça söylemekte de, sormakta da beis görmedi, ben de cevaplamakta…
Meclisin sonlarına doğru açıldı yazı işi. ‘Ne yazayım?’ dedim. ‘Ne akarsa kaleminden..’ dedi. Kapıda uğurladı. Ben gözden kaybolana kadar kapanmadı kapı.
Yazdım, gönderdim ilk yazıyı...
Adam sana Genel Yayın Yönetmeni olduğu, Uğur Dündar’ın ‘Takip edin.’ diye işaret ettiği, Türkiye’nin gündemindeki gazetede köşe açmış, ‘Yaz’ demiş… Bir teşekkür eder insan değil mi, paragraflarca olmasa da bir satıra iliştiriverir buna mukabil düşüncesini değil mi? Yok, etmedim. İyi halt mı ettim yoksa doğrusu bu muydu bilemiyorum, ama etmedim yalakalık addedilmesin diye.
Artık bu gazetede iki satırlık bir yerim var, gördüğüm kadarıyla ilk yazı da karşılık bulmuş okurda. Yani ilk yazıda yazmadıysan ikincide hiç de lüzumu yok.
Fakat durum benim kişisel duruşumla, ‘Ne derler?’ kaygımla ilgili değil şimdi. Geçtiğimiz hafta Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge adlı programına çıktı Talat Atilla. Haberin kaynağı Chp’li Millet Vekil’inin ifşası hariç haberle ilgili ne yaşandıysa en ince ayrıntısına kadar herşeyi tek tek anlattı. Bir ara bu Chp Millet Vekil’inin ismini onun da rızasıyla Rahmi Turan’la paylaştığını söyledi. Benim okuduğum kadarıyla yatan şuydu cümlenin gölgesinde: ‘Ben yalan haber yapmadım, bu haberi ben uydurmadım. Haber kesin, net; Chp’li aktif bir Millet Vekil’inden alınmıştır, bunu şu saatten itibaren Rahmi Turan da biliyor.’ Ama o da ne, parlayıverdi Ahmet Hakan’ın gazetecilik düsturu. ‘E bize ne bundan, şimdi bunu ne diye paylaştınız bizimle?’ Minvalinde bir şeyler mırıldandı. Aldı beni öfkeyle karışık bi’ gülme…
Yahu Ahmet ağbi, biz senin kedin Sekter’in keyfinin nasıl olduğunu, suşi yemeğini ilk tattığında hangi hisse gark olduğunu, tavlada mütemadiyen Aydın Doğan’ı mars ettiğini, bu sıra on bin adım atmaya fırsat bulamadığını her gün okuduğumuz halde ‘Şimdi bunu ne diye yazdın, bize ne bunlardan?’ demiyoruz da, sen Türkiye’nin gündemine oturmuş bir haberin önemli detayını niye küçümsüyorsun? Ne bekliyordun Ahmet ağbi; Karamazov Kardeşler romanının Büyük Engizisyoncu pasajını yorumlasın diye mi davet etmiştin Talat Atilla’yı? Yunan mitolojisinden bahsetsin diye mi? Yoksa Cem Yılmaz’ın son filmi Karakomik Filmler’in gişede neden çakıldığıyla ilgili görüşlerini almak için mi?
Bu arada bugün yazmamışsın Sekter’i; merak ettim, nasıl iyi mi keyfi, halet-i ruhiyesi?
***
‘Kaldırımın asfaltla bitişen yerinde üç beş kırmızı yaprağın cazibesine daldı. Biri vardı yapraklardan kaldırımın ucunda. Rüzgâr birazdan onu indirecek gibiyse de asfalta, o ucundaydı hâlâ kaldırımın. Başını kaldırıp, belki asırlık ağacı süzdü. Koyu yeşili de var, heyecan ve hevesle yorgun damarlarının üzerine konuşlanmış hüznü rüzgârın fırçalamasını bekleyeni de… Bilindiğini bildiği halde bin tonunun gittiğini yeşilinin, diklenmeye çalışanı da var, düşmeyi göze alamayıp, kellesinin alınmasını bekleyeni de... Parlak ve açıkları da var, dalından ümidini kesmiş sarıya dönmüşü de… Çoğu naif, kimi geceki ayazdan kırılgan. Kırmızı yok içlerinde… Cılız bir yaprak daha düştü kaldırıma. Mesulü binalar arasından sızan son rüzgârın çarpışı olsa gerek. Nirengine bakıyordu sapı yaprağın. -Nirengi neresi?- Bu da değil kırmızı, açık yeşil... -Demek yere düşünce allanıyor.-’
İlk romanımdan bir paragraf bu; Aralık daha bitmedi, sabah bahçedeki kiraz ağacı son yaprağını çırpıp dalından, savuşturdu bu sert ay’ı. Benim de böylece aklıma geldi, epey oldu okumayalı, karıştırayım dedim biraz.
Ne iyi camın buğuna çiziktirdiğin harflerin ardından izlemek kiraz ağacından düşen son yaprağı, yetinmeyip şömineli bir dağ evi hayali kurabilmek, çıtırdayan odunu… Kahve eşliğinde bir kitaba sarmak, ya da sıkıca giyinip sokağa salmak kendini nereye eserse aklın, keyfin…
Aralık bitmedi, ama bizim kiraz ağacı son yaprağını dökerek böyle erkencecik savuşturdu takviminden bu sert ay’ı.
Yollarda kalanlar düşünülmeli bu ayda, ama öyle sağına soluna bakınıp haline şükrederek değil salt, hakikaten düşünülmeli matikten kartına on liralık gaz yüklerken omuzundaki nefesten utanan dört büklüm adam, ya da kafasını gocuğunun şapkasına saklamış kadın. ‘Nerde kaldı şu kış birader!’ derken biraz utanmalı bu coğrafyada bunu dillendiren, az bi’ düşünmeli, ortasına gelmezse de ucundan geçmeli aklının asgari ücretin tamı tamına iki bin elli dokuz kağıt olduğu. Sokak çocuğu diye bir çocuk yok tabiatın kanununda. Ama caddelerde, köprü merdivenlerinde var; mızıka çalıyorlar yalın ayak. Kedi köpek değil onlar, kürkleri de yok ayaza mukavemetsiz incecik bir deriden gayrı. Semt pazarlarında el örgüsü eski hırkalarla utana sıkıla çürük sebze toplayan kadınlar var, yediemin otoparklar taksiti ödenemediği için çekilmiş araç dolu, bugün okudum bu yılın Ocak ve Eylül ayları arasında üç buçuk milyona yakın hane elektrik borcunu ödeyememiş, evet bu da düşünülmeli. Kış teranesi okunurken, azıcık el vicdana gitmeli.
2019’un Aralık ayında ben bunları yazıyorum, eminim bu satırları okuyan hiç kimse garipsemeyecek okuduklarını. Bu yazılanlar şimdiki Türkiye’nin bir fotoğrafı. Evet, bu fotoğrafın manzarasını hazırlayanlardan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu şu birkaç gün içinde ‘Umut’ olmak için meydana çıktılar, kolları sıvadılar…
Bu memlekette iyi, güzel ne varsa bunun sorumlusu sizsiniz kabul, bu memlekette sıkıntılı, sorunlu ne varsa onun da sorumlusu sizsiniz, hepiniz…
Bi’ zahmet siz de bunu kabul buyurun, hepiniz.