Genellikle Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ülkelerinin en bariz vasfının “ileri demokrasi” olmaları olduğu söylenir.
İleri demokrasi olmanın en bariz vasfı da çoğulculuktur.
Çoğulculuk, her görüş ve düşüncenin, dini inancın, bireysel olarak ifade edilmesi, örgütlenmesi, siyasî partiler yoluyla iktidar yarışına girişilebilmesi manasına gelir.
Siyasi çoğulculuk kadar dini çoğulculuk da önemlidir.
Ayrıca çoğulculuk, hem dini hem de siyasi çoğulculuğu birlikte kapsar.
Yani sadece siyasi çoğulculuk, dinin ötekileştirilmesi olgusunu ortaya çıkarır ki, insan hakları ve hukuk devleti temelinde bunun kabulü mümkün değildir. Bu telakki, din ve vicdan hürriyetinin tanınmaması ya da zayıflatılması neticesini doğurur.
Sadece dini çoğulculuğun kabulü de yeterli değildir. Bu durumda da siyasi düşünceler ötekileştirilmiş olur. Bu telakki de, siyasi düşünce ve ifade hürriyetinin tanınmaması ya da zayıflatılması neticesini doğurur.
Din ve vicdan hürriyeti ile teminat altına alınan temel unsurlardan biri de, dini gerekliliklerin yerine getirilmesidir.
Namaz kılmak, oruç tutmak vd. İslam Dininin ibadete taalluk eden gerekleridir.
Başörtüsü takmak suretiyle örtünmek (tesettür) de İslam Dininin kişilerin kılık ve kıyafetine yönelik gerekliliğidir. Kadınların başörtüsü takması, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar için bir emridir.
Nur Suresi’nin 31. Ayeti şu şekildedir:
“Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Dışarıda kalanlardan başka ziynetlerini göstermesinler. ‘Başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar’”.
Bu ayet, Hz. Muhammed (ASV)’dan bu yana başın örtülmesi şeklinde uygulanmıştır.
Din ve vicdan hürriyetinin gereklerinin yerine getirilmesi, başkalarına zarar veriyorsa, haklarının kullanılmasına mani oluyorsa, kamu düzeni ve güvenliğini bozuyorsa sınırlanabilir. Dini gerekliliğin yerine getirilmesi kapsamında bir kişinin başını örtmesi, ancak burada belirtilen şartlara bağlı olarak yasaklanabilir. Burada bahsi edilen şartlar, sahici manada gerçekleşmedikçe, bu hak sınırlanamaz.
Burada bir husus önem arz etmektedir. Birisinin, başörtüsünün takılması sebebiyle soyut olarak hiçbir maddi bulguya dayanmaksızın kamu düzeninin bozulduğunu söylemesi, bu hakkın sınırlanmasını haklı kılmaz. Mutlaka somut bulgu ve delillere ihtiyaç vardır.
Türkiye’de 2012 yılına gelinceye değin, yüksek yargı mercilerinin de mutlak koruması altında, başörtüsü yasağı çok katı bir şekilde uygulandı.
Bu yasağın uygulanmasında tamamen ideolojik etkenler belirleyici oldu. Hep başörtüsü üzerinde hayali ÖCÜLER oluşturuldu. Bu ÖCÜLER, bahane edilerek başörtüsü yasağı için meşrulaştırıcı unsur olarak gösterildi.
2012 yılında ve sonrasında Türk Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın verdiği muhtelif kararlarla, başörtüsü yasağı tarihe karıştı.
Batı’da Başörtüsü Yasağı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ifade hürriyetine ilişkin kararlarında muhtelif kereler “demokratik toplumun belirleyici unsurlarını oluşturan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik” ifadelerine yer vermiştir.
AİHM, maalesef başörtüsü serbestisine gelince, din ve vicdan hürriyetini, özellikle Müslümanlar yönünden, bazı yönleri itibariyle çoğulculuk kapsamı haricine çıkarıyor.
Batı’da, Haç takılması Batı kültürünün bir gereği ve parçası olarak görülüyor. Aslında, Hıristiyanların Haç takmak gibi bir zorunlu gerekliliği yoktur. Ama Haç, Müslümanların takke takmasına benzer şekilde, Hıristiyan kültürünün sembolü olarak takılıyor.
Başörtüsü, Haç takmanın çok daha ötesinde, Allah’ın mutlak emri olan bir dini gerekliliktir. Müslümanlar için önemli bir gereklilik olan başörtüsünün takılmasını yasaklayıp Haç takmayı serbest bırakmak, en üst düzeyden bir çifte standarttır.
AİHM, bir yandan “çoğulculuk olmaksızın demokrasi olmaz” diyerek, demokrasi ile çoğulculuk arasındaki ayrılmaz birlikteliği vurgularken, bu anlayışı aksettiren kararlar verirken; diğer yandan da, diğer bazı başka kararlarında çoğulculuğu özü itibariyle zedeleyen kararlar vermektedir. Bunlardan biri de başörtüsü ile alakalı kararlarıdır.
Benzer tutumu Avrupa Birliği Adalet Divanı da sergilemektedir.
Avrupa Birliği’nin en üst düzey yargı organı olan Avrupa Adalet Divanı, Belçika’da başörtüsünden dolayı staja başlatılmayan L.F. isimli Müslüman bir kadınla ilgili davayı karara bağladı. L.F. sosyal konutları yöneten bir şirkette staj yapmak için başvuru yaptı. Fakat L.F.’nin bu başvurusu başörtüsü sebebiyle reddedildi.
“Ofislerde kep, şapka veya başörtüsü takmaya izin verilmediğini” belirten şirkette staj yapamayan L.F. konuyu 2018 yılında yerel mahkemeye taşıdı.
Dava, en nihayetinde Avrupa Adalet Divanında görüşüldü. Adalet Divanı “AB ülkelerinde işveren, çalışanlara başörtüsü takmayı yasaklayabilir” şeklinde kararı verdi.
Adalet Divanına göre, “tarafsızlık” politikasının çalışma mevzuatında yer alması durumunda, bir işveren, çalışanlarına başörtüsü takmayı yasaklayabilir.
Avrupa Birliği Adalet Divanının bu kararı ilk de değildir. Divan, Temmuz ayında da Almanya’dan gelen bir başvuruda benzer yönde karar almış, şirketlerin, bazı koşullar altında çalışanlarının başörtü takmasına yasak getirebileceğine hükmetmiştir.
Peki, bu yasağın gerekçesi nedir?
Kamu düzeninin bozulması var mıdır?
Bu doğrulayacak hiçbir iddia ve delil yoktur.
Başkalarının haklarını ihlal durumu var mıdır?
Bu sorunun cevabı da hayırdır.
Başörtüsü tarafsızlığı niçin ihlal ediyor?
Bu sorunun cevabına yönelik hiçbir izahat yoktur.
Şapka, kep vb. ile başörtüsünü kıyaslamak, bunları eşit olarak değerlendirmek hakkaniyetli değildir. Kep, şapka vb. giyecekler, tamamen keyfi ve isteğe bağlıdır. Kişi, bir hayat tarzı tercihi olarak bunları takmaktadırlar. Başörtüsü ise bir dini gerekliliktir.
Bu bağlamda, şunu da ifade etmek isterim. Dini gereklilik olmasa da, yukarıda sözü edilen yasaklamayı haklı kılacak sebepler olmaksızın kep ve haç takmanın yasaklanması da aşırı sınırlama olarak değerlendirilmelidir.
Batı’da İslam Dinine Yönelik Karşı Tutumun Göstergesi: Başörtüsü Yasağı
Batılı ülkeler, maalesef İslam Dinine karşı çoğu zaman ötekileştirici, kısıtlayıcı, bazı kereler de dışlayıcı tutumlar sergilemektedirler.
Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da İkiz Kulelere yönelik gerçekleştirilen uçak saldırısı sonrasında, Komünizmin yıkılışını takiben, Batılı ülkeler kendilerine düşman olarak İslâm’ı karşılarına yerleştirdiler.
Müslümanları düşmanlaştırmak için, bizdeki katı, militan, otoriter laikçilerle işbirliği yaparak, vahşi, terörist kişilerin dini olarak gösterilen İslam’ın bir gereği olan başörtüsüne yönelik olarak “vur abalıya” yarışına girdiler.
Bizzat kendileri (Amerika) tarafından kurulan İŞİD, DEAŞ vasıtasıyla, İslam Dini kan dökenlerin dinidir, terör dinidir algısı oluşturdular. Elkaide, 1980’li yıllarda, Afganistan’da Sovyet Güdümündeki Necibullah yönetimini yıkmak için Amerika tarafından kuruldu.
Sonraki yıllarda bütün bu örgütler, terör örgütü kimlikleri ve bu örgütler marifetiyle gerçekleştirdikleri katliamlarla, İslam kan dökücü terörizmle özdeşleştirildi. İslam’la terör özdeş gösterilince, artık Müslümanlara yönelik kısıtlamalarda daha rahat hareket etmeye başladılar. Hıristiyanlarla alakalı olunca, Batının medeniyet ve kültürünün bir parçası olarak değerlendirilerek yasaklanmazken, Müslümanlara gelince, türlü kaypak gerekçelerle yasaklamalar peş peşe geldi.
Gerek AİHM, gerek Avrupa Birliği Adalet Divanı, gerekse Batının Hıristiyanlık kültürü ile yoğrulan ülkeleri nazarında, İslam Dini hoş görülecek bir din değildir. Her ne kadar bazı konularda müsamahakâr görünseler de, daha başka bazı konularda İslam Dinine karşı çok daha yasakçı olabilmektedirler.
Batılı ülkeler, kendi medeniyet ve kültürlerinin bir parçası gördükleri Hristiyanlığa ve Yahudiliğe karşı gösterdikleri hoşgörüyü İslam Dini için göstermiyorlar.
Kısaca dini çoğulculuğun kapsamında İslam Dini etkin bir şekilde yer almıyor. Batılı ülkeler, uluslararası kuruluşlar ve yargı organları, Hristiyanlık ve Yahudilik Dinlerini siyasi düşüncelerle eş düzeyde koruma altına alırken, bunlara güvence sağlarken, İslam Dini, bu çoğulculuğun haricine itilmektedir. Bu dışlama her ne kadar tamamen bir dışlama olmasa da, başörtüsü gibi bazı konularda, bu dışlama çok net olarak görülmektedir.
Batılı ülkeler ve uluslararası organlar, başörtüsü yasağını onaylayarak, çoğulculuğu, sadece kendilerince makbul görülen belli bazı doğrular için benimseyerek “farklı olabilirsin, ama benim gibi olmak şartıyla” anlayışına indirgeyerek, gerçek çoğulculuğu dışlayan, hürriyetlerin alanını daraltarak hür demokratik sistemin bir ayağını aksatan bir tavır sergilemektedir.
Çok büyük puntolarla ve süslü ifadelerle Batılı ülkeler için söylenen ÇOĞULCU demokrasi söylemi, maalesef İslâm Dinine karşı takınılan tutum sebebiyle sınıfta kalmıştır.
Ben Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bu tutumu için “SEVSİNLER (!!!) SİZİN ÇOĞULCULUĞUNUZU” sözünü söylüyorum.
Batılı ülke ve kuruluşlarının İslam Dinine ve Müslüman bir ülke olan Türkiye’ye yönelik hakkaniyetsiz, dışlayıcı politikaları, bir karşı duruşu ortaya koymaktadır. Bu karşı duruşun temelinde de, Müslüman olmak yer almaktadır.
Bu karşı duruşu meşrulaştırmak için de, bazı ne idüğü bellisiz, kaypak, belirsiz, soyut kavramları öne sürüyorlar. Ama bizler bunu kesinlikle YUTMUYORUZ.
Ülkemizde bunları yutanlar yok mudur?
Elbette ki var. Ama zaten içeridekilerle dışarıdakiler bu konularda müşterek bir zihniyete sahiptirler. Yani, bunlar, başörtüsü özelinde İslâm’a karşı harici ve dâhili ittifakı gerçekleştirmektedirler.
Son zamanlarda, Ülkemizde dâhili güçler, başörtüsüne yönelik hasmane tutum konusunda en azından söylem düzeyinde şimdilik kaydıyla sessizliğe bürünmüş görünüyorlar.
Yarın bir gün şartlar değiştiğinde, bu harici ve dâhili ittifaklar depreşebilir mi?
Bu sorunun cevabı, şartlar gerçekleştiğinde belli olur. Ama geçmişte yaşananları görünce, aynı şartlar gerçekleştiğinde, bu ittifakın tekrardan gerçekleşeceği söylenebilir.