9 eylül 2009 ve 10 eylül 2010 tarihlerinde Aydın Doğan, Bekir Coşkun ve Habertürk’le ilgili yazdığım haberlerin doğruluğu belgelendi. 9 Eylül 2009’da, “Aydın Doğan’a tasfiye listesi verdiler” başlıklı haberim aylar sonra Bekir Coşkun’un yeni piyasaya çıkardığı başın öne eğilmesin (S. 48-49) kitabında doğrulanıyor. Yine 10 eylül 2010 tarihinde kaleme aldığım, “Bekir Coşkun’a 3 günlük yayın yasağı” haberim de aynı kitabın (S. 99- 101) sayfalarında belgeleniyor. Her iki haberde çok kritik haberlerdi. Bunları yazdığım dönemlerde en yakın arkadaşlarımın bile, “Yalannnn” diye feryat ettiği haberlerdi. Beni sağa/sola çamur atmakla bile itham ettiler ama zaman beni haklı çıkardı.
9 eylül 2009 tarihinde şunları yazmıştım;
Hürriyet yazarı Bekir Coşkun’un zorunlu izine ayrıldığını yazınca Bekir Coşkun Gazeteport sitesine açıklamak yapmak zorunda kaldı.
Coşkun yazımı şu sözleriyle doğruladı;
“Şimdi neden izne çıktım. Genel bir hava vardı, onun için izne çıktım. Benim hakkımda şimdi bir şey söylemek, yazmak yanıltıcı olur. Benim şimdi bir şey söylemem de yanıltıcı olur. Belirli bir şey yok. Şimdilik bu kadar konuşayım. ''
Bu satırlarda yer alan hiçbir bilgi bu güne kadar sizi yanıltmadı. Bekir Coşkun’un zorunlu izine çıkarıldığı kesin bilgiydi. Zaten Coşkun’un konuyla ilgili yanıtında da bu kesinlik net olarak ortaya çıkıyordu.
Ve bu yazının daha mürekkebi kurumadan Medyatava Bekir Coşkun’un istifa ettiğini duyurdu.
Peki, Bekir Coşkun’u istifaya götüren süreç nasıl gelişti? Perde arkasında neler yaşandı?
Öncelikle şunu bilmekte yarar var: Bekir Coşkun mizaç olarak Emin Çölaşan’la çok farklı.
Çölaşan ne kadar hakkını arayan, hırçın, dediğim dedik diyen bir yazarsa, Bekir Coşkun da tam tersi içine kapanık, sessiz ve kararsız bir gazeteci.
Hatta, asosyal bir yapısı var.
Bekir Coşkun’un bu yapısını iyi bilen Ertuğrul Özkök ve Aydın Doğan yaklaşık 1 senedir Bekir Coşkun’u sıkıştırıyordu.
Coşkun bazen bu sıkıştırmaları dikkate alsa bile, bu 1 yıllık zaman içerisinde genellikle bildiğini, inandığını yazdı.
Israrlı ikazlara rağmen bildiğini yazmaya devam eden Coşkun, 1 ay önce Aydın Doğan’ın yazlığına davet edildi.
Aydın Doğan’ın bazen fırça, bazen de, “Durumu görüyorsun ben bu işi uzatmam” sözleriyle en üst düzeyde ikaz edildi ve izine çıkarıldı.
Peki, Bekir Coşkun’un ruh hali nasıl, ne yapacaktı? Çünkü kelimenin tam anlamıyla çaresizdi.
Aydın Doğan’ın ikazlarını dinlese, kendisini seven okurlarını kaybedeceği gibi, şimdiye kadar kendince biriktirdiği imajını da sele teslim edecekti…
Tek bir alternatifi vardı; Habertürk…
Habertürk açıkça hükümeti desteklemiyor ama muhalif de değil.
Aslında giderek oturan bir yapısı var Habertürk’ün. Umur Talu ile daha da güçlendiler ama; Coşkun şunu biliyor; Habertürk’de de yüksek volümlü muhalefet yapamaz ama başka çaresi de yoktu... O yüzden dümeni zorunlu olarak o yöne kırdı.
Ama asıl bomba şimdi geliyor…
Kulağıma gelen bilgilere göre Doğan Grubu’nun patronu Aydın Doğan yakın çevresine, “Bana tasfiye listesi verdiler. Bekir’i, Melih’i, Mustafa’yı, Yılmaz’ı ve Yalçın’ı çıkarmamı istiyorlar. Nasıl direneceğim ben…” şeklinde konuşuyor.
Aydın Doğan akıllı bir patron.
Bu sözleri kamuoyu desteğini arttırmak için de söylemiş olabilir, gerçekten kendisine böyle bir tasfiye listesi de verilmiş olabilir…
Bunu şimdilik bilmek mümkün değil.
Aydın Doğan’ın, “Benden tasfiye etmemi istiyorlar” dediği yazarlar şunlar; Bekir
Coşkun, Melih Aşık, Mustafa Mutlu, Yılmaz Özdil ve Yalçın Bayer…
BEKİR COŞKUN’DAN YILLAR SONRA GELEN DOĞRULAMA:
AYDIN DOĞAN: TASFİYE LİSTESİ GELDİ
Bekir Coşkun, uzun süre tartışılan “medyada tasfiye listesini” de Aydın Doğan’ın ağzından duyduğunu kitabında açıklıyor:
“(…) Patron Aydın Doğan Ankara’daydı. Odamda yazımı yazarken dışarıda bir koşuşturma oldu. Sekreterim Leyla, “Aydın Bey yanınıza geliyor” dedi. Hemen arkasında Enis Berberoğlu vardı. Aydın Doğan’ı odama sokup kapıyı çekti.
Aydın Doğan sıkıntılı ve üzgündü.
Çok kötü şeyler olduğunu hemen anladım. Sigarayı bırakmıştı, bana “Kendine bir sigara yak” dedi.
Tüm bunlar kötü işaretlerdi. “Senin şerefine güvenerek, aramızda kalsın bu konuşmalar” diyerek söze başladı.
Zaten dışarısını ilgilendiren ekstra önemli şeyler değildi söyledikleri. Bir büyük medya kuruluşunun sahibi patron, ülkeyi giderek istila eden siyasi iktidarın baskısından bıkmış ve bezmişti.
Aydın Bey’e bir ara “Size tasfiye edileceklerin listesi geldi mi?” diye sordum. “Geldi” dedi.
Listede ikinci sırada ben vardım, üçüncü sırada Oktay Ekşi…
Anladım ki Cumhuriyet’in tüm kurumlarını istila etmek isteyen iktidar “boğma telini boynuna dolamıştı” patronun.
Anladım ki çakallar bir sarı inek daha istiyorlar.
O zaman istifa etmeyi düşünmeye başladım.
Ve oturup “birisini asacaklar” başlıklı bir yazı yazdım, mutsuz, keyifsiz, kara düşünceler içinde… Hürriyet’te sondan ikinci yazımdı o. (…)” (S. 48-49)
10 Eylül 2010 tarihinde de şunları yazmıştım;
Bekir Coşkun’a 3 günlük yayın yasağı geldi.
Bugün gazete Habertürk’ü alanlar Bekir Coşkun’un, “Yazarımız Bekir Coşkun rahatsızlığı nedeniyle bugünkü yazısını yazamamıştır” anonsuyla karşılaştılar. Oysa durum göründüğünden çok farklıydı. Bekir Coşkun son derece sağlıklı bir şekilde Ayvalık’ta tatilini yapıyordu. Peki, bu anons neden konulmuştu?
Gazete Habertürk yönetimi Bekir Coşkun’a, “Sen referandum sürecinde yazı yazma” dedi. Bunun üzerine Bekir Coşkun, “Cuma günü mü yazmayım, yoksa cumaertesi de mi?” dedi.
Gazete Habertürk yönetimi Coşkun’a, “Cuma, cumaertesi ve Pazar günü yazı yazma. Referandum bittikten sonra yaz” dedi.
Ve böylece Gazete Habertürk’ün en önemli yazarlarından Bekir Coşkun, gazetesi
Ve bu yazımda Bekir Coşkun’un piyasaya yeni çıkan, “Başın Öne Eğilmesin” kitabında doğrulanıyor…
Ve Bekir Coşkun için Habertürk’te sona yaklaşılmıştı. 12 Eylül referandumuna birkaç gün kala Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Doğan Satmış, Bekir Coşkun’u aradı ve dedi ki:
“(…) Sesi kötüydü eski arkadaşımın. “Sana bir şey söyleyeceğim aramızda kalsın” dedi.
Kötü bir şey olduğunu anladım:
“Ne oldu?..”
“Referanduma kadar yazı yazma istersen...”
“Nereden çıktı bu, kim istiyor?..”
“Zaten sen de yıllık iznini istemiştin, üç gününü kullan bu arada…”
Anlatmaya çalıştım:
“İyi ama ben izin istediğimde referanduma bir buçuk ay vardı… Referanduma üç gün kala ‘izin’ dersek, okurlar ‘sırası mı şimdi’ demezler mi?.. Ben o zaman patronda rahatsızlık hissedince ‘isterseniz yıllık izne ayrılayım, siz de düşünün ben de’ demiştim. Şimdi mi aklına geldi yönetimin izin yapmam…”
Doğan, yalan söylemeyi, beceremiyordu aslında…
Benim anladığım yukarısı istiyordu bunu…
Yani patron…
Telefonu kapattım…
Bir anda sinirlenip ahizeyi fırlattım. Misafirlere aldırmadan, “Gazetecilik değil soytarılık bizimkisi. Dünyanın neresinde var böyle biraz yaz, biraz yazma… Kendimden de utanıyorum, mesleğimden de” diye bağırmaya başladım.
Plajdakiler bile duymuştu sesimi. Bana ilk sinyali veren gazeteci arkadaşımı aradım hemen, “söylediklerin doğru çıkıyor” dedim. Gülüp, “Sana söylemiştim, tabi ki doğruydu…Sana birinci ağızdan duyduğumu söylemiştim. İpi boynuna taktılar. Sandalyeye tekmeyi vurmak için referandum sonuçlarını bekleyecekler. Eğer ‘Hayır’ çıkarsa belki biraz daha kurtarırsın. Yok eğer ‘Evet’ çıkarsa sallandın gittin” dedi.
Ertesi gün köşemde “Bekir Coşkun rahatsızlığı nedeniyle yazısını yazamamıştır” duyurusu çıktı.
Birçok ”Geçmiş olsun” telefonu aldık akşama kadar.
Çok yakınlarıma tabi ki doğrusunu anlatıyordum. Ama bir yandan kurum içi sırrı dışarı vermemek, bir yandan bir baskıyı gizlemek gibi iki ahlaki değer arasında, açıkça berbat durumda kalakalmıştım.(…)” (S. 99- 101)