İki hafta önce ‘İnna fetahna leke fethan’ diye cevap verdi, ‘kazanacak mısınız?’ diye soran gazeteciye.. Şahadet parmağı havadaydı ‘ama bu kırılacak.. ama benim dönemimde ama diğer bir arkadaşımın döneminde, bu mutlaka kırılacak’ derken..
Viyana Kuşatmasını ya da Kurtuluş Savaşını konu alan bir kitaptan alıntı değil bu cevap; soruya, fetih suresiyle mukabele eden kişi de şark cephesi kumandanı Kazım Karabekir değildi zira, Galatasaray Kulübü Başkanı Mustafa Cengiz..
Aynı müsabakada ‘seni de, seni seveni de sevmiyoruz’ diye hoş geldin pankartı açan da ev sahibi Fenerbahçe kulübü tribünleriydi..
Hem Başkanın haberi vardı bundan, hem seyircinin, hem de teknik heyetin..
Şikâyetçi değildi kimse bu durumdan; çünkü nefret, muktedirlere o tılsımlı zevki vermeye devam ediyor ve o büyü, hipnoz olmuş tarafları efsunlamayı becerebiliyordu hâlâ.
Mevcut ve muhtemel başarısızlıklar, beceriksizlikler ancak böyle ayrıştırarak örtbas edilebilirdi ve bu her alanda muteber bir taktikti..
İşin aslı bölgesinin hiçbir muktediri rahatsız değildi bu gidişten.. Siyaset, medya, yazarlık çizerlik işleri bunun tam da üzerine kuruluydu memleketimde; her türlü düzen tıkır tıkır işliyor, katlar kolayca çıkılıyordu bu temel üzerinden..
Siyasiler birbirine hakaretler yağdırdıkça tarafları kendi içinde konsolide oluyor, karşıya olan nefretleri artıyor, bu sırada alıp başını gitmiş işsizlik, kadın cinayetleri, kepenk indiren asırlık fabrikalar, siftahsız kapanan dükkânlar, kredisini ödeyemeyen çiftçiler, atanamayan öğretmenler hükümet lehine arada kaynayıp gidiyor;
İktidara laf yetiştirmekten kendi içindeki beceriksiz muktedirine kafasını çevirmeye fırsat bulamayan muhalif tarafsa yenilgi yenilgi bir türlü büyümeyen kısır politikaların hesabını soracak vakti bulamıyordu bu vaziyetin müsebbibine..
CHP’li Vekil Engin Özkoç, Cumhurbaşkanına hakaret ettikten sonra mesela, sen tam dolduramadığın poşetinle evine varıp, twitterda hükümet yanlılarıyla çarpışırken, aynı akşam bütün siyasiler gibi o poşetin yarısının boş olmasında payı olan Tuncay Özkan koltuğunun altına aldığı Özkoç’la rakı sofrasında gülücükler saçarak selfie çekiniyordu..
Demem o ki güzel kardeşim, bu bir kutlamaydı; saflar sıkıştıkça üzüm gibi çiğnenen sendin, şarabını içip keyfe gelenlerse seni ezenler..
Medya işleri diyorduk değil mi? Karpuz gibi ikiye ayrılmış düzende sırtını sağa - sola yaslamış karadüzen, sığ, kalıp haber kanalları bir tarafta, mafya ve doktor dizileri ortada, Acun’un yarışma işleri de onun hemen yanında.. Al sana bize münhasır yerli ve milli medya işleri, dünyanın hiçbir yerinde bulamazsın, kıymetini bil.
Yazarlık işleri diyorduk sonra değil mi?
O iş en kolayı, o iş eli klavye tutan; dış güçler, büyük resim, fetö, vatan haini yazabilen herkesin kolayca yapabileceği bir iş şu devirde.
Bu memlekette kelimelere hükmetmeye lüzum duyulmayan, bilgisiz, perspektifsiz, yeteneksiz, renksiz yapılabilecek en kolay iş bu iş.. Bakın şöyle sağa sola, bu ayrışma olmasa ne yazar bunca insan, nasıl doyurur, nasıl şaşırtır, nasıl mutlu eder okurunu?
Yaslan iktidara, yaslan muhalefete, vur gelişine..
Peki ya sıkı sıkıya ayrıştırılmış bu düzende her iki tarafın da şartları eşit mi? Muhaliflik iktidar yanlısı olmak kadar konforlu mu?
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur donuna kadar geçmiştir de Bank Asya’nın bankamatiğine sığınmamışsındır. Harçlığın gelmemiştir memleketten, suyla kaymaklı bisküviyle karnını doyurmuş, ev sahibesi huysuz kocakarıya görünmeden kedi gibi duvarlara sürtüne sürtüne girip çıkmışsındır da ışık evlerine bedava çökmemişsindir. Dahası soruların çalınmıştır, gençliğin çalınmıştır, geleceğin çalınmıştır, yine de boyun bükmemiş, harama uçkur çözmemiş, çaycılık hamallık yapmışsındır..
Çıkar Pensilvanya’da fotoğraf çektirmek için kırk takla atan bi’ zevat ‘fetöcü’ der sana, ‘vatan haini’ der..
Vatan hainliği Nazım’ın dizelerinden yazılmadır alnına, melankoli Sabahattin Ali’den kalma, Ahmet Arif’ten hasret ve paslı pranga..
Deniz’in darağacına yürüyen adımları, Ruhi Su’nun şarkıları.. Ve bir umudun da çiçeklerinde İzmir’in dağlarının, memleketin aydınlık geleceğinde, bir umudun da budur, bir avuntun..
Sinema, tiyatro, roman, resim, şiir; sanat’ın ağır işçiliği sana düşmüştür, sorgulamanın meşakkati, şüpheciliğin ceremesi.. Madımak’ta benzine çakılan ateşin yangını düşmüştür sana mesela..
Kirli işlerine çomak soktuğun için sinsi örgütlerin şarapnel parçası düşmüştür ciğerine, evinin önünde..
Hizmet ettiğin, emek verdiğin, iş başa düştüğünde uğruna su içer gibi can vereceğin vatanında öksüz kalırsın hep; hep yarım, hep boğazında bir hıçkırık..
‘Onlar’sın sen, ‘bunlar’sın, ‘şunlar’ diye hitap edilirsin.. Bazen ayyaş, çapulcu, dinsiz olursun, bazen komünist..
Memleket topraklarını emperyalist postallara çiğnetmeyen Atatürk’e salyalarını saça saça hakaret etmek ‘düşünce özgürlüğü’ sayılırken, sen kodese tıkılabilirsin bilmediğin bir sebepten..
Kritik devlet politikalarıyla parti işlerini örkleyip önüne koyduklarında, ‘ya sabır’ deyip iç çeksen de, ‘son kertede Devlet meselesidir bu, hükümetin yanında durmalı’ dersin..
Aradan geçer iki gün; çıkar Reis,
‘Bezm-i Alem Valide Sultan Camisine içki şişeleriyle girdiler’ der, ‘gezi’ der..
Zinhar ayık kafayla çözülmez, Sezen’in o enfes dizesine sarılır, zulanda birkaç şişe yakutla çekersin cüsseni müstakil bir kiraz ağacının duldasına, çıplak dallarına nağmeli şarkılar çaldıran rüzgârı dinlersin;
Sıradaki şarkı, bir gün hep beraber huzur içinde yaşayacağımız güzel günler için gelsin.