Bir süre önce, Hizmet&Cemaat Hareketi Lideri Fethullah Gülen'e ait olduğu öne sürülen telefon görüşmelerinin kaydı internette yayınlandı.
Gülen’in avukatı, konuşmanın içeriğine itirazdan ziyade, özel hayatın deşifre edilmesine muhalefet şerhi koydu.
Bu doğru şerh, kamuoyundan beklediği ilgiyi göremedi.
Çünkü, Cemaat adına hareket ettiği kabul edilen, Cemaat’in içindeki aktif&derin yapı, geçmiş yıllarda bir çok mahrem görüşmeyi deşifre etti.
Bir vakitler, karşıtları tarafından bile, ‘Karınca ezmez’ olarak tanımlanan dini&sosyal bir yapı, her mahrem ses kaydının deşifresinden sonra, şuur altımızdaki “Acaba?” sorgusuna muhatap oldu.
Cemaat’in bu ses kayıtlarını kendi yayın organlarında ete kemiğe büründürmesi,
"Kuşku" bandını, “Yüksek Olasılık” skalasına taşıdı.
Bu mahrem kayıtlardan sorumlu olan devlet görevlilerinin, Cemaat mensubu olarak anılması da, "Kasetler Cemaat’in işi değil." diyenlerin ellerini zayıflattı.
Cemaatin 40 yılda biriktirdiği masumiyet algısı, ilk sosyolojik kırılmayı, bu mahrem konuşmaların aleniyete dökülmesiyle yaşadı.
Oysa Cemaat, belki kendilerinin bile tahmin edemeyeceği kadar mesafe almıştı.
Temiz yüzleri, suya sabuna karışmayan, derviş ruhlu mütedeyyin insanların, 'İman Kurtarma' gayretleri olarak görüldükleri için geniş bir kabul gördü.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelik tutuklama denemesi, aslında Cemaat’in gerektiğinde sert hamleler yapacağını gösteren ilk karine olarak kayıtlara geçmişti ama bu tahlil nedense sağlıklı olarak yapılamadı.
Güç dediğimiz tılsım, kendisine bağımlı olan her faniye yaptığı, ‘Özgüven Patlaması’ oyununu, Cemaat'e de oynadı.
Yıllar önce başlatılmış, aylar önce bitirilmiş davalar, canlı yayın kameraları eşliğinde yürütülürken, diğer yandan hükümete yönelik eski mahrem kasetler yeniden servis edildi.
Sabih Kanadoğlu’na bile, “Mahremiyet ilkesi çiğnendi.” dedirtecek sürecin en ateşli savunucusu yine Cemaat oldu.
Operasyon öyle bir duruma geldi ki;
Başbakan’ın en yakın çalışma arkadaşlarından, Ankara Milletvekili ve Erdoğan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın eniştesinin yaptığı iddia edilen usulsüzlük bile, eniştesinden yargı yoluyla şikayetçi olan Akdoğan’dan sorulmak istendi.
Süreçle senkronize hareket eden bir gazete, enişte yerine Akdoğan’ın fotoğrafını manşetten basarak, yapılan psikolojik harekata katkı verdi.
Ve Gülen’in bedduası, ‘manevi paydaşlık’ alanına atılmış bomba gibi patladı.
Manevi hassasiyetleri olan kesimde, “İsrail ve ABD’ye edilmeyen beddua, hükümete neden ediliyor?” sorusu yüksek sesle sorulmaya başlandı.
Tüm bu sürecin içinde, belki de en şaşırtan gelişme, Fethullah Gülen’in büyük patronlarla ortaya çıkan telefon konuşması oldu.
Bu çok önemli bir görüşmeydi;
Çünkü, Gülen’in telefonda konuştuğu, iş verilmesine katkı verdiği söylenilen patronların büyük bölümü ile manevi hassasiyetleri olan kesimin yıldızları hiçbir zaman barışmamıştı.
Hatta, muhafazakar kesimler için o patronlardan bazıları, düşman tanımlamasına girecek kadar sert bir duruşa sahipti.
Tüm bunlara rağmen, o telefon görüşmesiyle, Cemaat’in bu iş adamlarıyla özel hukuk geliştirdiği kanaati kendi tabanında bile realize edilemedi.
O telefon görüşmesinde en çok dikkat çeken konuşma, Gülen'le konuşan kişinin, "Uganda'dan ananas gelmiş, dostlarımıza onu gönderdim." kelimeleri oldu.
Ananas'ın bir kod adı olduğu kısa zamanda anlaşıldı ama Ananas olarak şifrelenenin, ne olduğu muallakta kaldı.
Başbakan Erdoğan'ın deyimi ile ananas, kod adı!
Kimi, "İhale kastediliyor" derken, kimi "Bildiğimiz ananas!" dedi.
Doğru olan şık ihaleydi ama bu da eksik bir doğruydu!
Ananas olarak şifrelenen materyalin adı; İHALE...
İhale alanlara da hediye olarak ELMAS gönderildi.
Sıradan bir elmas değil.
Büyük patronlara hediye olarak giden; büyüklüğü ve yapısından dolayı ananası andıran ELMAS!
Bu elmaslardan büyük patronlar ve önemli siyasetçilerin yanında, tanınmış bazı belediye başkanlarına da gönderildiği öne sürülüyor.
Yazdıklarım kısa sürede bir şekilde ortaya çıkar!
*Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…