Evvelsi gün basın toplantısı düzenledi Sağlık Bakanı, virüse karşı şu hayati değeri taşıyan bilgileri iyice anlayalım diye, kâğıttan tane tane okudu. ‘Bu hastalığa karşı’ dedi ‘elimizde güçlü bir koz var.’ Nefesler tutulmuş, gözler fal taşı, ağızlar ayrık, cümle ahali o önemli bilgiye kulak kesmişken, sırrı bir anda açıkladı..
‘Yakalanmamak..’ dedi.
Evet, elimizdeki o güçlü koz yakalanmamakmış..
Marketten unu zor alan millete, bölüm başı 325 bin kazanan oyuncu Burak Özçivit’i örnek gösterdiler sonra, Fazıl Say’ı, Mazhar Alanson’u örnek gösterdiler. Bak, dediler; onlar evde oturuyor, sen de otur.
Senin sağlığını senden daha çok önemseyen, kaza riskini artırdığı için kendi aracında sigara içmene 153 lira ceza kesen, sigara paketlerinin üzerini kararmış akciğer, çürümüş diş resimleriyle bezeyen, cinsel konulara varana kadar her birini en ince detayına kadar düşünüp, seni bu illetten alıkoymak için ne gerekiyorsa yapan iradenin aklına; dolmuş duraklarında, otobüs duraklarında, metro istasyonlarında eldiven, maske dağıtmak gelmedi de;
Ünlülere milyonluk evlerinde fotoğraf çekimi yaptırıp ‘hayat eve sığar’ dedirtmek geldi. Ne bir yaptırım gücü var, ne yaratıcı bir yanı, ne de ferahlatan, aydınlatan tarafı..
Sokağa çıkma yasağı ilan etmeyip, vatandaşı ölümcül virüsün arasında iş peşinde koşmaya mecbur bırakıp, filanca filanca evinde oturuyor, sen niye oturmuyorsun demek hangi üstün aklın eseri?
O evlere varan personelin mesaisine yazık, onları taşıyan aracın aşınan lastiğine, yaktığı mazota, fotoğrafı çeken makinenin flaşına, kurulan sette yakılan ışığın tükettiği enerjiye yazık.
Yazık, çok yazık..
*
Bu virüsle bir kez daha deneyimledik ki; bizi tehdit eden düşman kim olursa olsun ayrışacak bir boşluğumuzu kolayca bulmadaki mahirliğimizden taviz vermiyoruz. Sıradaki ayrışmamız yaşlı – genç oldu bu sefer, bunu da gördük..
3 Nisan 1953 gecesi, Ege Denizinde katıldığı NATO tatbikatından su üstü seyriyle dönen Dumlupınar denizaltısı Çanakkale Boğazında yoğun sis ve rüzgârın etkisiyle İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Nara Burnu’nda çarpışır..
86 denizcimiz vardır Dumlupınar’ın içinde, parçalandığı yerlerden su aldıkça baş üstü dikilir denizaltı.. İçerdeki denizcilerden biri, bir ihtimal deniz üstünde geçenlerin dikkatini çeksin, haberleşeme sağlansın diye içinde telefon hattı olan haberleşme şamandırasını su yüzüne göndermeyi başarır.
Neden sonra denk gelir bir balıkçı motoru.. Şamandıranın içinde bir telefon vardır, bir de ‘Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun.’ yazılı not.. İlk çarpışmanın etkisiyle, boğularak ya da pervaneye çarparak şehit olur 62 denizci.. Batık Dumlupınar’ın kıç torpido bölümüne sıkışmış, kurtarılmayı bekleyen 22 denizci sağ kalır sabaha, 2 ya da 3 denizci de kıç batarya dairesinde..
Balıkçılar haber eder her bir yana, ahali de toplanır, dualarla, seslerle yanlarında olduklarını, sağ olduklarını hatırlatırlar batık Dumlupınar’ın içindeki denizcilere. 10 saat kadar sonra Kurtaran Gemisi gelir, derhal çalışmalar başlatılır, irtibat sağlanır, nokta yer tespiti yapılır. Dalgıçlar kurtarma halatını denizaltıya bağlamak için 11 dalış yapar, ama mümkün olmaz, en fazla 80 metre dalabilen dalgıcın bilinci 15 saat sonra yerine gelir, ki zaten Dumlupınar, denizin 91 metre dibindedir.
Dumlupınar’daki denizcilerle kurulan ilk irtibat şöyle gerçekleşir..
— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben Üsteğmen Suat.
— Evet efendim, ben Selami.
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat.
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi, biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim.
— Peki efendim...
En son ‘Gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin.’ diye ekler Suat Üsteğmen..
Denizaltının battı şamandırası kopar sonra.. İşler iyice sarpa sarar, çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmanın artık imkânsız olduğunu herkes bilmektedir, ama kimse kimseye söyleyemez; kendine bile.. Sonuç vermeyecek telaşlı çaba saatler sonra çaresiz gözyaşlarına bırakır kendini, Kurtaran Gemisinin güvertesi sağa sola savrulmuş kurtaranlarla doludur..
Batık denizaltı Dumlupınar’ın torpidosunda bir ümit bekleyen 22 denizcinin artık su yüzüne çıkmaları mümkün değildir.. O acı gerçek:
‘Konuşabilir, türkü söyleyebilir, sigara içebilirsiniz.’ diyerek haber verilir.
‘Sizler sağ olun. Vatan sağ olsun.’ sesi gelir denizin dibinden, batık Dumlupınar’ın içinden..
İşte o ‘ah bir ataş ver cigaramı yakayım’ türküsü orada söylenir, evde yol gözleyen sevgiliye gider o türkü..
Onlar, su üstündekiler.. Ellerindeki her imkânı son zerresine kadar kullanıp, en son, sesleri titreyerek, yürekleri parçalanarak, çaresizce o acı gerçeği söylediler.
Parçalanmış, denizin dibine çakılmış denizaltının içindeki denizcilerden o dönemin kısıtlı teknik imkânlarına rağmen yedi gün sonra ancak ümidini kesmiş bir millet, bugün neredeyse yaşlısına fazlalık gözüyle bakar oldu..
Şimdi biz, millet olarak; yaşayan tarihimize, şeceremize, aslımıza, kökümüze, hülasa yaşlımıza, yavşakça kıçımızı mı döneceğiz;
Yoksa, ‘az sabredin, kendiniz için, bize katacaklarınız için, bizim için evde kalın;
Hep beraber sağlıkla söyleyene kadar ‘türkü söylemek, sigara içmek yasak’ mı diyeceğiz?
Karar bizim, hepimizin.