Eskiden radyodan, "arkası yarın" piyesleri dinlerdik.
Piyes, en heyecanlı yerinde kesilir ve davudi bir ses, "arkası yarın." derdi.
Ertesi günü dört gözle bekler, geriye damağımızda heyecanlı bir lezzet kalırdı.
Sonra, destursuz bir misafir girdi hayatımıza.
Bir o kadar da karizmatik.
Televizyon reflekslerimizi kökünden değiştirdi.
Onu evimizin en kıymetli misafiri yaparken, ev sahibi olduğunu çok sonra anladık.
Cem Yılmaz’ın esprisi doğruydu aslında.
Filim kahramanlarının da bizi izlediğini düşünüp, televizyon karşısında kendimize çeki düzen verirdik ilk zamanlar.
Evimizin en havalı köşesini ev telefonlarımıza ayırdık.
İlk göz ağrımızdı.
Üstünü beyaz dantellerle örttük.
Telefonu açarken bile başörtüsünü düzelten annelerimiz oldu.
Komşumuz öldüğünde 40 gün televizyon açmayı ayıp kabul ettik.
Bir yandan rahmetlinin yasını tutarken, diğer yandan kaçırdığımız dizileri merak ettik.
Açık hava sinemalarında Fruko Buz yiyen, dut ağacına tırmanan, tornet süren son nesil olduk.
Masumduk.
Sevgiliyle anlık bakışmayı kar sayardık.
Kesiştiysek; bir de elini tuttuysak, namusumuz sayılırdı.
Ne olduğunu anlamadık.
Filim çok hızlı sardı.
Günler ağır, yıllar çabuk geçti.
Aniden, fena halde hızlı büyüdük.
Temmuz'da kar yağdı, şaşırmadık.
Ocak'ta güneş açtı, ısınmadık.
Güneşi balçıkla, yüzümüzü yalanla sıvadılar;
"Şükür." dedik.
Biz yaşlandıkça dünya, bedenimiz yaşlandıkça, ruhumuz gençleşti.
Ayak uyduramadık.
Kimimiz yandaş, kimimiz yoldaş, kimimiz de kalleş olduk.
En çok da kalleşliği sevdik.
Doğrularımız her gün, biz her saat değiştik.
Başkasında ayıpladıklarımız, hayat düsturumuz oldu.
Şaşırmaya bile vaktimizin olmadığı yıllara savrulduk.
Bilgiyi sayan cihaz geldi dediler.
Bilgisayarmış.
Hallaç pamuğu gibi dağıttı bizi.
Abarttık.
Mahremiyet ‘ayıp’ oldu!
“Çıkma” kelimesini yadırgarken, “Götürme” ye alıştık.
Fena bozulduk.
Bozulmakta değil, dağıldık.
Bizi toplayacak her değeri boğduk.
Biz kötü olduk.
Dünyayı uzaylılar işgal etseydi, bu kadar değişmezdik diyeceğim ama, bazen uzaylıların insan kılığında dolaşıyor olmasından fena halde şüpheliyim.
Bu satırları okurken, “Tozuttu, kayışı yaktı!” bu adam diyorsunuz biliyorum.
Haklısınız ama suç bende değil.
“Şüphe iyidir, uyanık tutar” dediler, “Şizofren” olduk!
Seçimin kaderini iki il belirleyecek!
Fethullah Gülen’in mektubundaki, “Barışalım” mesajlarının ardından, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz’ün bir iş adamı aracılığı ile tatile gönderildiğinin ortaya çıkması, iktidar partisine nefes aldırdı.
Her ne kadar geriye dönüşü yok gibi görünse de, iktidar ve cemaat arasındaki savaşın orta vade de, herkesin asli görevine çekilmesiyle biteceğini, en azından düşük yoğunluklu seyir edeceğini düşünüyorum.
Ak Parti, operasyonların ilk günlerindeki yaralarını hızla onarıyor.
Kemikleştirdiği kendi kitlesinin üzerine, yüzer-gezer oyları koyması halinde, yerel seçimleri hasarsız atlatabilir.
İktidar partisi açısından İstanbul ve Ankara’yı korumak çok önemli.
Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’u çok zorlayacağı görünüyor ama ipi göğüslemek için nefesi yetmeyecek gibi.
Ankara kritik.
Melih Gökçek ve Mansur Yavaş’ın birbirlerine göre farklı avantaj ve dezavantajları yüzünden sağlıklı bir yorum yapmak zor ama Gökçek, bir adım önde hissini veriyor.
Asıl belirleyici olan, MHP’li Mevlüt Karakaya’nın alacağı oy.
MHP’nin Ankara’da yarışa ortak olması da, yarıştan kopması da mümkün.
*Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…