AK Parti’yi iktidara getiren temel dinamik; Ordu, siyaset, iş dünyası ve gazetecilerden oluşan, ‘SEÇKİNLER ORDUSU’na, milletin gösterdiği vicdani tepkidir.
Millete, Boğaz’daki yalısından bakan bir başbakanla, Alman ekolüne teslim olmuş diğer başbakanın arasında tost olmaktan bıkan bir kitlenin sığınağı olmuştur AKP.
Aynı zamanda Nurlu Süleyman’dan, Morrison Süleyman’a sıçramış başka bir başbakana karşı biriktirdiği öfke ve aldatılmayı da buraya kanalize etmiştir.
Ertuğrul Özkök gillerin oluşturduğu ukela ve sınıflar üstü akillere, “Yeter, söz milletin!” çığlığının toplandığı umut kampının da adı oldu AKP...
Ve seçmen, devletin yargı yoluyla yaralayarak saha dışına atmaya çalıştığı, sokaktan gelen, yüzü, beden dili ve öfkesi kendisine benzeyen Tayyip Erdoğan’ı, önce iktidar, arkasından siyasi fenomen yaptı.
Erdoğan’ı bir boks eldiveni gibi gördü, o eldivenle, geleceğini çaldığını düşündüğü, ordu, Çiller, Yılmaz, Demirel ve onların arkasına saklanan seçkinleri döverek, ringden dışarıya attı.
Tarihsel gerçeklik şunu gösteriyor ki, bu millet, ‘Seçkinlerin İktidarına’ sabretse bile, nihayetinde, ‘Seçkinlerin İktidarına’ teslim olmuyor.
Bu maya, Ecevit fenomenini bile, gökyüzünden, magma tabakasının altına indirdi.
AKP, halkın bu birikmiş öfkesini Erdoğan’ın şahsında uzun süre iyi yönetti.
Türkiye’yi çağ atlatmaya yakın bir noktaya getirmişken, henüz tanımlanamayan bir türbülansa girdi.
AKP’nin savrulması, TBMM lojmanlarını satan bir iktidardan, gece yarısı TBMM üyelerine kıyak emeklilik çıkarma noktasına gelmesiyle başladı.
Bir çok medya el değiştirdi. “Yaradılanı sev, yaradan da ötürü” kelimesi, yerini, “Bizi sev, yaradandan ötürü” anlayışına bıraktı.
Türkiye Cumhuriyeti ismi önce, T.C.’ye, sonra da kapının önüne bırakıldı.
Viyana kapılarına dayanan, 1000 yıllık bir milletin adı, kendi topraklarında barınamaz hale getirildiği gibi, eline kazmayı küreği alan, “TÜRK MİLLETİ” ismi için etnik bir mezar kazmaya başladı.
Barış süreciyle ilgili, “Irkçılık akıl hastalığıdır ama orada neler oluyor?” diyen herkes, “Vay, yoksa sen barış düşmanı mısın?” süngüsüyle, delik deşik edildi.
Ve en son Türkiye, bir sabah, henüz gözündeki çapakları bile dökmeden, “Akil Adamlar” diye, uydurma, tuhaf, neresinden baksanız itici bir üst sınıfla tanıştı. Tanıştırıldı.
Birçok alanda toplumu ustalıkla yönlendiren iktidar, şuur altımızda, efendi/köle çağrışımı yapan, “Akil Adamlar” sınıfını bu millete dayatırken, bu sürecin en zayıf halkasının, “Akil Adamlar” olduğunu bile göremez hale geldi.
“Seçkinler Sınıfından” bıkan bir topluma, yeni bir “Seçkinler Sınıfı” dayatıldı.
“Senin kafanı gözünü yarar, yine de barışı getiririm!” diyen bu gidişi, diyelim ki, Erdoğan yoğunluğundan dolayı göremiyor, Yalçın Akdoğan, Ömer Çelik, Egemen Bağış gibi düşünür oldukları en azından bir kesim tarafından kabul görenler de mi görmüyor?
“Halka rağmen, halk için” seçkinciliğinin, CHP’yi ve CHP mantığını eriten, ezeli muhalefete mahkum eden ana unsur olduğunu ne çabuk unuttular?
CHP eriyor!
Devlet Bahçeli, “Gerekirse ülkücüleri yürütürüm” diyor, Erdoğan, “Yargıyı göreve” çağırıyor, PKK, “Silahım var!” derken, Ana Muhalefetin Lideri CHP, “Fikrim yok!” diyerek, şöyle bir kurnazlık yapıyor;
“Ortadayım. ‘Barış olursa, zaten sessiz kalmıştım.’ derim, ‘Savaş olursa, zaten destek vermemiştim!” diyerek yırtarım diye düşünüyor. Bu tavırsızlığın CHP’yi bitireceği aşikar. Siyaset, “Ne yardan ne serden vazgeçerim” anlayışıyla yürümez.
Sönüktü!
23 Nisan Resepsiyonu, Erdoğan ve Genel Kurmay Başkanı Özel’in katılamaması nedeniyle biraz sönük geçti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gelmesiyle hareketlenen gecede, Cumhurbaşkanlığı Koruma Daire Başkanı Osman Cangal, nazik ve diplomatik davranışlarıyla koruma pozisyonunu aşan bir anlam taşıdığını gösterdi.
Kamer Genç, bir bayanın kendisiyle fotoğraf çektirmek istemesi üzerine, eski bir başbakan yardımcısına dönerek, "Ben senin gibi moruk değilim, bak benimle fotoğraf çektiriyorlar" esprisi yaptı. Türkeş’in yardımcılığından bu yana tanıdığım ve zaman zaman sert eleştirdiğim Bahçeli ile ayak üstü sohbet ettik.
Onca sert yazıma rağmen, nazik ve mütevaziydi.
Höt!
Gazetecilerin önemli bir bölümü kompleksli olduğu için, kendilerine sıradan adam muamelesi yapılmasından nefret ederler.
Bunu yapanı, düşman tanımlamasına sokacak kadar patolojik olanları özellikle Ankara’da oldukça çoktur.
Kendisini emniyet müdürlerine bile aratmayan gazetecilerin, Karayılan’ın basın toplantısı öncesinde, kuzu kuzu sıraya girerek, elleri havada kendilerini arattırıp/yoklattırmaya sessiz kalmaları ilginçti.
Aslında ilginç de sayılmaz, bizim bazı gazetecilerin, ‘Höt’ deyince, al sana ‘Möt’ gerçeği yine belgelenmiş oldu.
Karayılan’ın bile bu olaydan dolayı özür dilemesi, o gazetecilerin hizaya sokularak üst aranmasına direnmesi gerektiğini bir başka açıdan da belgelemiş oldu.
Sizi duydum!
Diyorsunuz ki; PKK’nın silahı vardı, korktular!
Ama barışa inandıkları için orada değiller miydi?
Sonuç: Silahı görünce barışa inandılar!
Karayılan’ın dişleri!
Murat Karayılan’ın basın toplantısındaki gözüme çarpan bir başka detay, Karayılan’ın protez dişleriydi.
Basın toplantısına google’dan yeniden bakarsanız, Karayılan’ın parlayan protez dişlerinin ne kadar özenle yaptırılmış olduğunu görürsünüz.
Maliyeti en az 30 bin dolar tutan dişlerini hangi parayla yaptırdı diye sormayacağız elbette, kaynağı belli ama Allah’ın dağı Kandil’de, böyle bir teknolojinin olması çok ilginç.
Kandil değil, Kuzey Irak’ta yaptırdıysa, o zaman elini kolunu sallayarak dolaşıyor demektir.
Diğer yandan Karayılan’ın sözde korumalarının bir bölümünün ağızında diş kalmamış, çoğu da çürüktü.
Ağa ve maraba Kandil’de de değişmiyor!
*Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır...