Bayramın ilk günü aynı zamanda anlamlı bir tesadüf 30 Ağustos Zafer Bayramı’na denk düşmüştü. Ramazan bayramını diğer İslam ülkelerinden daha bilinçli bir idrak içersinde kutlamamızın önemli bir gerekçesi idi bu durum. Çünkü 1’inci Dünya Savaşı sonrası İslam dünyası ve Ortadoğu emperyalistler tarafından şekillendirilirken bu zaferi emperyalizme karşı da kazanmıştık.
İki bayram günü iktidarın verdiği tam sayfa gazete ilanlarında dini bayramımıza ilişkin kutlama ifadesi varken, tam da Cumhurbaşkanı’nın Zafer Bayramı dolayısı ile tebrikleri kabul ettiği bir günde 30 Ağustos Zafer Bayramına değinilmemesi ne anlama geliyordu?
Kurtuluş Savaşının emperyalizme karşı olmadığını vicdan ve izan sahibi kimse iddia edemez. Çünkü esasında 1’inci Dünya Savaşı Osmanlı topraklarını işgal etmek ve petrole sahip olmak üzere o günün emperyalist güçleri arasında ki bir mücadeleydi. Osmanlı o gün bilinen petrol alanlarının yüzde 60-70’ine sahip iken savaş sonunda Serv’i yırtarak kurduğumuz Cumhuriyet sıfırına sahipti. Bizi de bir daha dirilmemek üzere yok etmek istemişlerdi ama 30 Ağustos zaferlerimizle o günlerde iç Anadolu’ya hapsolmaktan kurtulmuş, mandacılığı reddetmiş ve bağımsızlığımızı kazanmıştık.
Buradan polemik konusu bir şeyler çıkarmaya çalışmıyorum. Fakat artık siyasetin de dini bayramlar şu kesime ait, milli bayramlar şu kesime ait saçmalığını aşması lazım. Bu konuda siyaset olmamalı. Tam tersine ülkesini seven çok büyük çoğunluk nasıl bu iki bayramı da gururla kutluyor veya kutlamak istiyorsa tüm siyasi kesimler de aynı doğrultuda bu bayramları istismar etmeden kutlamadırlar. Artık şu resmi tarih, güncel siyasete alet edilen tarih saçmalıklarından da kurtulalım ve yolumuzu çizelim. Baksanıza 1’inci Dünya Savaşı’ndan 100 yıl sonra bölge tekrar dizayn edilmeye çalışılıyor…
***
Başbakan basın önünde yaptığı bir show-telefon görüşmesi ile Hakkari’de 15 gündür terhis olduğu halde güvenlik nedeniyle ailelerinin yanına dönemeyen erleri helikopterle Van’a, oradan da İstanbul’a aldırarak epey bir hava yaptı. Tesadüfen bir erin babasının Başbakan’a söylemesi ile ortaya çıkan bu durum Başbakan tarafından hemen propagandaya çevrildi ve kamuoyunda Başbakan’ın güç algısı pekiştirildi.
Peki neden bu durum, yani 15 gündür terhis oldukları halde kendi ülkelerinde evlerinde dönemeyen askerlerin olması tam tersine Başbakan’ın sorunu olmuyor? Yani “güçlü” Başbakan’ın ülkesinde ve ustalık döneminde böyle bir rezalet oluyor da bu Başbakan’ın yönetim zafiyeti değil de tam tersine prim yaptırıyor?
“Çünkü, İktidar iletişimde gerçekten güçlü!” demek yeterli mi?
***
“Öğretmede ve öğrenmede bir problem var. Dershanelere rağmen, bütün okullara rağmen genel üniversite sınavlarında fen derslerinin sorularına doğru cevap verme oranının 4 olduğunu biliyor musunuz? Biz insanları 12-13 sene okutuyoruz sonra dershanelere gönderiyoruz. Çocuklara okullarda 4. sınıftan başlayarak, üniversiteye gelene kadar 10 yıla yakın İngilizce öğretiyoruz. Her yıl hiçbir şey yapmadan sadece 10 cümleyi ezberletsek, 100 cümle eder. 100 cümleyle çocuk derdini anlatabilir. Ama tek cümle bilmeden mezun ediyoruz. “How old are you?” diyemiyorlar. Biz öğretemiyoruz. Öğretmekte mi, öğrenmede mi, öğretmende mi, metodolojide mi kullandığımız kaynaklarda mı sorun var? Tek bildiğim sorun bizde. Çocuklarda değil. Çocuklar suçlu değil, biziz suçlu. Ne öğrencilerimizin ne de öğretmenlerimizin başarısızlıkta suçu olduğunu düşünüyorum. Bir yerde sorun varsa sorumluluk yöneticilerindir. Bizimdir.”
Bu sözler Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e ait. Hem de basına bilinçli açıklamaları. Şimdi eski Genelkurmay Başkanı Koşaner’in kendi adamları ile öz eleştiri yaptığı ve gizlice dinlenerek basına kasıtlı verilen sözleri ile mukayese edin…
Nasıl yorum yaparsınız?