Milletvekiliyim, siyasetin içerisindeyim ama yazmaya çalıştıklarım tam olarak siyasetçi mantığını yansıtmıyor. Yani diğer partiler kötüdür, benim partim iyidir, veya hepsi iyidir ama ben ve benim partim daha iyidir, bizim programlarımız, projelerimiz daha iyidir demiyorum. En azından her zaman değil. Burada partimden ziyade şahsi görüşlerimi yansıtıyorum. Siyasi bir fanatizmin tartışmasını, kavgasını da sizlerle sürekli yapmak amacım yok. Bu şekilde kimseyi ikna edemeyeceğimi çok iyi biliyorum.
Bazen sizlerle çeşitli dini, felsefi, sosyolojik, entelektüel konuları paylaşmaya çalışıyorum, paylaşmaktan da zevk alıyorum ama asıl amacım bu da değil özellikle bu günlerde. Asıl amacım, bir sade vatandaş olarak, kendi çapında bir aydın olarak, sorumluluk duyan bir baba olarak son zamanlarda artan ülkem hakkında ki kaygılarımı zaman zaman sizlerle paylaşmak. Veya ülkeme, toplumuma iyi, güzel bir şeyler verebilmek, faydalı olabilmek…
Son zamanlarda kaygılarım epeyce arttı. Sanırım toplumun da öyle… Her yerde; maçta, sokakta, camide, Meclis’te, araba kullanırken herkes sinir küpü…
Sinir küpü olunması da önemli değil ama toplumun çoğu endişeli, borçlu, işsiz, umutsuz… Suriye savaşı, bir türlü bitmeyen terör, patlamalar, şehitler, sürekli geri adım atan toplum gururu… Kıbrıs’ta iddialı bir başlangıç yapılmış ama çözülmemiş. Ermenistan’la da öyle. Sonra AB umudu ve tükenişi. Irak politikasının iflası, sonra Filistin. İsrail ayrı bir dert. Bugün de Suriye. Başbakan ortada bir şey yokken gerilimi tırmandırıyor, sonra bombalar patlatılınca veya uçaklar düşüp savaş ihtimali ortaya çıkınca “itidal” tavsiyeleri yapıyor. Bir taraftan etnik, bir taraftan mezhepsel ayrımcılık, kışkırtıcılık… Tüm bunların üzerine bir de Öcalan’ın itibarının yükseltilmesi, PKK’nın legalleştirilmesi, TSK’nın, yasama ve yargı organlarının itibarsızlaştırılması gelince toplum iyice huzursuzlandı. Mutsuz, borçlu, huzursuz, endişeli, işsiz, imansız ve stresli…
Ancak asıl önemli olan ve galiba tüm bunları ikinci planda bırakan başka gerçeklerde var: Farkında olanımız da var, olmayanımız da, bilinçli göreni de var, sezgileri ile göreni de… Devlette rejim, toplumda hayat tarzı değişiyor… Asıl sorun bu. Asıl bizi sıkan, bunaltan bu. Farkındayız veya değiliz. Bir çok kişi tanıyorum, iktidarı destekliyorlar, Tayyip Bey hayranılar ama rejim ve yaşam tarzı değişikliğinden dolayı aynı zamanda endişeliler.
Devlette rejim ve toplumda yaşam tarzı değişiklikleri tümüyle bize ait değil, ithal. Arap ülkelerinde olduğu gibi. İşin gerçeği ithal de değil, dayatma. Son 10-15 yılda olanlar bizi endişelendiriyor. Çünkü, hepsi birlerinin oyunu ve iktidar ve onun başı dahil biz bu oyunda piyon durumunda kalıyoruz. Değişim istedik, değişim şarttı ama talebimiz bu şekilde kontrolsüz veya başkalarının kontrolünde bir değişim değildi…
Artık camiler dolu ama imanımız yok. Diyanet İşleri Başkanı’nın İzmir için dediği aslında tüm Türkiye için geçerli; irfanımız yok oldu…
Çağdaş uygarlığı hedefleyen, yönü batıya dönük Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda İslamın geleceği olan en başta gelen ülkelerden biri olduğu halde yavaş yavaş bir Ortadoğu ülkesi haline geliyor. Gittikçe Mısır’a benziyoruz. Ortadoğu ile iç içeyiz, Arap ülkelerinin liderliği peşindeyiz diye değil, rejimimiz gittikçe Mübarek Mısır’ına, yaşantımız çaktırmadan Ortadoğululara benzediği için. Amerika’ya liderlerimizden dolayı bağlı hale geldiğimiz için…
Evet, biz kesinlikle değişmesi gereken bir ülkeydik, değişim yaşamalıydık ama yaşamamız gereken değişim asla bu değildi…
Hemen İtiraz edenler için söylüyorum, önce bir düşünün, sonra bir de ünlü kurbağa hikayesini tekrar okuyup düşünün…