Yeryüzünde, siyaset ve din ilişkisi çoğunlukla sağlıklı bir seyir izlemedi.
Bence bu yol arkadaşlığını töhmet altında bırakan iki ana unsur var;
BİR; İnsanoğlu, Allah’a inanıyor, ona karşı yükümlülüklerini yerine getirmek yönünde bir tercih kullanıyorsa, yaptığı ibadet ve eylemler için ancak ahiret hayatında övünebilir.
Çünkü; Allah’a inanması ve yaptığı ibadetler, bir başkası için baskı ya da övünme nedeni olamayacağı gibi, İnsanoğlu’na bu inanma/inanmamanın ödül ya da cezasını da yalnızca Allah verecektir.
Allah’ın şanını yüceltmek onur, yetkisini paylaşmak şirktir (Ortak koşma).
Allah, kendi koyduğu yasaya muhalefet etmediği için, İslam dünyasının sırtı bir türlü yerden kalkmıyor.
İKİ; Din alerjisini demokrasi maskesiyle gizleyen, dini hassasiyetleri olanları alt kültürün eseri gören ve demokratik sisteme tehdit olarak algılayan başka bir kesim de var.
Sayıları az da olsa, güçlü sermaye yapıları ve insan zihinlerini yönlendirebilecek entelektüel zekalarıyla boğucu bir gücün sahibi oldukları gibi geniş kitleleri de etkileyebiliyorlar. İslami hassasiyetleri olanlar gibi el yordamıyla değil, profesyonel bir yapı ile hareket ettikleri için iktidar olmasalar bile muhafazakarlara karşı psikolojik üstünlüğü sürekli ellerinde tutuyorlar.
SONUÇ: Tüm dünya’da, muhafazakar hassasiyetleri olan iktidarlar, kendisi gibi düşünmeyenleri kucaklayacak siyaset kültüründen yoksun olsalar da, bir zamanlar ‘ötekiler’ sınıfında iken, iktidara gelince, yeni ‘ötekiler’ meydana getirseler de, Ne Mısır, ne de Türkiye’de darbeyi çağrıştıracak hiçbir hamle kabul edilemez.
Darbeye açık kapı bırakan görüşler, insan onuru ve hürriyet olgusuna suikast yapmış olmazlar mı? İktidarını sandıkta değiştiremeyen rejimin adı demokrasi olabilir mi?
Din ve siyaset makası her geçen gün biraz daha açılsa da, demokrasi, ihtiyaç halinde kullanılacak bir rejim değildir. Demokrasiyi kesintiye uğratmak, kestiğimiz kumaştan üzerimize yamalı elbise yapmaya benzer.
Ah, o ‘de’ eki yok mu?
Biz, bir çok Türk ailesi gibi orta gelirli bir sınıfa aitiz. Çocukluğumuz, gençliğimiz, varlıklı geçmedi. İlk çıktığı zamanlar siyah beyaz televizyonu komşuda seyir eden, sana yağın üstüne toz şeker eken, salça süren, taşlanmış blu jean’leri hep başkalarının bacaklarında gören bir kuşağın çocuklarıyız.
Geçim telaşı, gelecek kaygısı, memleket sevgisi gibi bir çok nedenden dolayı ailemizin önemli bir bölümü polislik mesleğini seçti.
Polis memurundan, emniyet müdürüne kadar akrabalarım değişik rütbelerde görev yapıyorlar. Bu giriş şunun için gerekliydi; Polisler, belki de tarihlerinin en ağır hakaretini oylarıyla kendilerine vekil yaptıkları bir Milletvekilinden işittiler. Gezi olaylarında CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, polise, “Ananızı avradınızı s....” diye küfür etti.
Kameralara da yansıyan bu sözler, bırakın bir Milletvekilini, asgari terbiye almış bir insan evladının ağzından çıkmaz. Milletvekili sıfatını taşıyan Levent Gök’ü muhatap almıyorum. Kötü sözün sahibine ait olduğunu hatırlatmam kendisine yetecektir!
Asıl kırgınlığım CHP Lideri Kılıçdaroğlu’na...
Bu gariz küfürlerin üstüne, sıcağı sıcağına hemen yazmadım ki, Kılıçdaroğlu bu vekiline haddini bildirsin! Ne yazık ki bırakın kınamayı, Kılıçdaroğlu 5 temmuz tarihinde yaptığı basın toplantısında, “Polisi de severiz!” kelimesini kullandı. Kılıçdaroğlu’nun sözlerindeki DE ekine dikkat! Bu ‘de’ eki, bir şuur altı yakalanmasıdır. Kemal Beyi tanırım. Çelebi, hümanist ve iyi yüreklidir ama giderek daha fazla hata yapmaya başladı.
Levent Gök’e o sözler belki yakışırdı ama bu sözlere zimmi onay vermek Kemal Kılıçdaroğlu’na hiç yakışmadı!
En azından ben yakıştıramadım!
Başbakan’a darbe!
Gezi Parkı olaylarının en iyi yanı, birikmiş toplumsal gazı bir şekilde boşaltması oldu. Başbakan Erdoğan açısından da, çevresini karbon testine tabi tutmasına olanak sağladı.
Aldığım bilgilere göre; gezi olaylarının zirvede olduğu günlerde iktidar partisinden bazı önemli isimler sürecin geriye döndürülemeyeceğini ve Başbakan’ın istifa edeceğine inanmış. Hatta, bir Bakan ciddi ciddi Erdoğan’ın koltuğuna göz dikmiş.
Ayrıntılar önümüzdeki süreçlerde bir şekilde ortaya çıkacaktır!
Akdoğan ve Çelik
Başbakan Erdoğan’ın en etkili danışmanlarından Yalçın Akdoğan, Bakanlık beklentisi içinde olan isimlerdendi. Son anda olmadı. Başbakanlık çevrelerine göre Akdoğan, halen bu burukluğu hissediyor. Kısa bir süre sonra yapılacağı söylenilen dar çerçeveli kabine değişikliğinde Akdoğan’ın önemli bir Bakanlığa getirilebileceği söyleniyor.
Kabine kurulurken Ömer Çelik ısrarla Dışişleri Bakanlığını istedi ama Erdoğan, Çelik’e Kültür ve Turizm Bakanlığını uygun gördü. Ömer Çelik, Kültür ve Turizm Bakanlığı koltuğuna oturdu ama sık sık Türk dış politikasıyla ilgili görüşler açıklıyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu rahatsızlığını her fırsatta yakın çevresine ilettiği belirtiliyor.
Ama bu arsızlık!
Günlerden 6 temmuz 2013. Öğlen vakitleri. Saat 12:20 civarı. Masum bir ruh halinde NTV izliyorum. Ertuğrul Özkök her zamanki gibi kendisinden bahsettirmek için söylenmedik söz, kırmadık gerdan, bükmedik kol bırakmıyor.
Sözleri ve beden dili senkronize…
Doğrusu iyi bir Show adamı, etkili bir hatip…
NTV spikerine, neredeyse ezberlediğimiz repliklerinden birisi olan, "Her sabah çırılçıplak soyunarak boy aynasında kendime bakıyorum." sözlerini, ampulü bulan Edison edasında gururla söylüyor. Bayan spiker mutlu. Önce kıs kıs gülüyor, sonra, Nobel ödüllü bilim adamına soru soran bir ciddiyetle, “Aynada ne görüyorsunuz Sayın Özkök?” diyor.
Buyur buradan yak!
Soruya bakar mısınız?
Boy aynasında çırılçıplak soyunduğunu söyleyen bir erkeğe, bayan spiker, “Ne görüyorsunuz?” diyor.
Sizce, boy aynasında çırılçıplak soyunan bir adam ne görüyor olabilir hanımefendi?
Birisi 20 sene en büyük gazeteyi yönetmiş, “Çırılçıplak soyunurak kendimi seyrediyorum” diyor, diğeri, en değerli haber kanallarından birisinde görev yapıyor, ve, “çıplakken ne görüyorsunuz?” diyor.
Bu diyaloglar, boyalı basının tarihini özetlemekle kalmıyor, tesadüflerin sıradan insanları nasıl da ‘mühim’ sınıfına soktuğunu da belgeliyor…
*Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş Gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır...