Geçen hafta Plan ve Bütçe Komisyonu olarak 4 partiden milletvekilleri ve Komisyon uzmanları ile Londra’daydık. İngiltere gibi demokrasi ve parlamento deneyimi üst düzey bir ülkenin parlamento ve yürütme erki ilişkilerini ve bu paralelde komisyon çalışmalarını inceledik. Ağırlıklı olarak bütçe denetimi, yani hükümetin denetimi konumuzu oluşturuyordu. Kısaca Meclis’in dolayısı ile bir anlamda Meclis adına görev yapan Sayıştay’ın Meclis’le nasıl çalışması gerektiği de konularımız arasındaydı. Fakat çok ilginç bir şey oldu; Daha biz orada iken Türkiye’de Sayıştay’ın artık pek kalmayan yetkilerini de budayan bir kanun teklifinin sevk edildiğini ve bu Salı (30 Nisan) görüşüleceğini öğrenince tam bir mizahi ve dramatik paradoks yaşadık. Halbuki Londra’da Parlamentodan da önce ilk görüştüğümüz kurum NAO (National Auidit Office) yani onların Sayıştay’ı idi. Sayıştay orada bizdeki gibi Hükümetin kontrolünde olan bir kurum değil, tersine Parlamentoya bağlı bir kurum. Ayrıca Sayıştay’ın hesap verdiği Kamu Hesapları Komisyonu’nun başkanı da geleneksel olarak muhalefetten.
Biz de ise Tayyip Bey mevcut sisteme bile tahammül gösteremiyor ve Sayıştay’ın mevcut yetkilerini dahi yok etmeye çalışıyor… İki yıldır Sayıştay raporları Meclis’e gönderilmiyor. Tayyip Beyden korkan veya sevdaları yüzünden ona eleştiride bulunamayanlara bu vesile ile bir hatırlatma daha yapayım, eğer faydası olacaksa; Tayyip Bey Başbakanlığında Türkiye hızla kurumlarını yitiriyor ve yerine yenilerini koyamıyor. Bunun zararını görmeye başladık ama ilerde daha çok anlayacağız. Tabi bu durumu herkes göremez, anlayamaz…
Türkiye süreç içersinde geldiği noktada ekonomiden kamu kurumlarına bir yığın değişiklik yapmak zorunda. Kürtler ve laiklik konusunda da en azından zihniyetimizin değişmesi gerektiğini herkes görüyor ama değişim kurumları yok ederek olmaz. Hastalığı iyileştirmek vücuda zarar vererek, uzuvları yok ederek olmaz. Türkiye’de Tayyip Erdoğan iktidarının yaptığı bu… Tek parti iktidarını eleştir, kendine yer aç, kurumları yok et, buna da yenilikçilik de… Tayyip Beyin yaptığı bu… Karşı çıkanları da “statükocu” diye suçla…
Sayın Başbakan bir de yememiş-içmemiş milli içkimizi seçmiş; Ayran.
Ayran içki mi içecek mi, kendisini uyaran da olmamış. Bir kaç toplantıda bunu söylemiş. Peki, Başbakan neden Kandil’de Murat Karayılan’ın “Kürt Halkı Türkiye’de kimliksiz ve statüsüz yaşayamayacak bir noktaya gelmiştir” sözünü yorumlamıyor? Bundan daha ciddi konu var mı bizim için?
Adam süper siyasetçi olur da devlet adamlığından nasipsiz olursa böyle olur… İşi ver “Akil”lere, kendin ayranla uğraş. Oh ne ala!
Hemşire nöbette iken telefon çalmış, “68 numarada yatan hastanızın durumunu sormak için aradım, hemşire hanım. Nasıl durumu, ateşi düşürebildiniz mi?” diye sormuş tok sesli bir adam.
Hemşire büyük bir ciddiyetle cevap vermiş. En son 2 gün sonra taburcu edeceklerini de güzelce anlatmış, sonrada “Efendim, ben kimle görüştüm?” diye sormuş. Ses, “Hemşire Hanım” demiş, “Ben 68 numarada yatan hastanın kendisiyim. Doktor bir türlü sorularıma cevap vermiyor da sizi aradım”
Tayyip Bey de sorulara ve sorunlara cevap vermiyor. Akilleri var, çok bilmişleri var, onlara bırakıyor. Yarın sıkıntı olduğunda sorunlu sözler için bunları ben söylemedim diyecek, aklı sıra. Gerçi inandıracağı çoktur… Şanslı adamdır ama bunlar doğru değil…
İngiltere’de bir kez daha Tayyip Bey gibi bir başbakanla demokrasi konusunda ne kadar nasipsiz olduğumuzu anladık.
***
Dikkatli okuyucuları severim. “Spinoza Problemi” başlıklı yazıma yapılan bir yorumda çok haklı olarak ve nefis bir nezaketle yapılan yorumda (22 Nisan Pazartesi, 00:40) “…tutkuyla, hep aynı partiye oy vermenin bağlantısını anlayamadım” diye soruyor değerli bir okuyucum. Ben nasılsa benim yazdığım konuda yorum yapılmıyor, her şekilde siyasi yorumlar yapılıyor, bari konuyu ben siyasete bulaştırayım böylece konu etrafında yorumlar olsun istedim. Yoksa haklısınız pek fazla bağlantı yok…