Gerekliliği tartışmaya layık ama insanlık tarihi boyunca tüm devletlerin içinde başka bir devlet daha oldu.
Bunun adı da ‘derin devlet” olarak tanımlandı.
Devletin iç/dış reflekslerinde hayati bir zayıflama/kırılma olduğunda devreye girme amacı taşıyan ‘derin devlet’ oluşumları, derinlikleri nedeniyle toplumsal radardan uzak oldukları için her hareketleri tanımlanamadı/gözlemlenemedi.
Demirel’in diplomatik deyimi ile, ‘rutin dışı’ eylemleri de oldu.
Tam da bu yüzden bazen hükümetlerin iç reflekslerini de kontrol altında tutmaya çalıştılar. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi de bu “derin devlet” olgusuna yabancı değildir.
Yorumsuz tarih bu realiteyi doğrular. Bu perspektiften baktığımızda uzun süredir devam eden Ergenekon ve Balyoz gibi davalar, devlet içinde devlet olduğu iddiasıdır.
Kendisini demokrat olarak tanımlayanların Amentüsü bellidir.
Darbe ya da seçilmiş bir hükümeti düşürme teşebbüsü, hangi gerekçelerle yapılırsa yapılsın, vatana olduğu kadar, vatandaşın seçme iradesini bloke etmeye yönelik işlevinden dolayı, millete de ihanettir.
İşte bu noktada, ihanetin olup-olmadığını araştıran devlet/hükümet organlarının soğukkanlı ve tarafsızlığını muhafaza etmesi şarttır.
Devlet, her türlü siyasi argümandan arınmış bir üst şemsiyedir. Zanlıya, hükümlü muamelesi yapma lüksü olmadığı gibi, hüküm giymeye layık olanı da koruyup gözetemez.
Yargının nihai kararı vereceği güne kadar suçlu/suçsuz tanımlaması yapmanın bir anlamı yok ama bu beklemenin sancılı geçtiği, bu sancının da toplumsal fayları çatlattığı eleştirilerini görmezden gelemeyiz.
Uzun tutukluluk dönemleri ve suçu yargılama döneminde ortaya çıkarma kuşkularının derinleşmesi, şayet bu yargılamalarda suçlu varsa, onların da gözden kaybolmasına zemin hazırlayacak bir ortamı besleyebileceği unutulmamalı.
Yargıyı, siyasetin yeni trendi olan savcı-avukat denkleminden kurtaracak olan yine yargının kendisidir.
Bu yazıyı yazarken bile iç sesim, “Başına bela almadan yazını bitir.” diyorsa, iç sesimin akordunu bozan birileri olmalı!
Ah, bu istismar!
İstismar, “Ürün vereni sömürmek.” demektir.
Yalan söyleyenlere bile o kadar kızmıyorum ama istismar beni deli ediyor.
Kaçak yaptığı inşaata ilk iş olarak Atatürk’ün fotoğrafını asanla, dindar gözükerek milletin malını talan eden anlayışları istismara en yalın örnekler olarak gösterebilirim.
Yalan söylemenin bile kendi içinde bir masumiyeti olabilir ama istismarın izahı yok. Yalan söyleyen insanlardan daha fazla, insanları yalan söylemeye zorlayan baskılara kızarım ama istismar dayanılacak gibi değil.
Manken Yaşar Alptekin yıllardır, “İçkiyi bıraktım, namaza başladım” diyerek ekranlarda kendine yer buluyor. Sayın Alptekin’e, “Güzel etmişsin sevgili kardeşim ama bu yaptıklarını Allah için mi, kul için mi yapıyorsun? Şayet Allah içinse, bu tezahürat niye? Yok, kul içinse, Allah’ı niye karıştırıyorsun?” desem, yanıt veremez.
Bugünlerde de, magazin figürü Sevda Demirel, “Zina yaptım, pişmanım. Şimdi Allah yolundayım.” diyerek kendisine bir alan açmaya çalışıyor.
Kutsalları magazine meze yapmak ayıp ve günah olduğu gibi aynı zamanda sosyolojik bir çürümedir.
Belki de Özal ölmedi!
Adli Tıp’ın Özal kararı, fıkradaki anlatımla bir babanın, “İki oğlumdan birisi kesin evliya.
Birisi yağmur yağacak, diğeri yağmayacak diyor. Birisinin dediği mutlaka çıkıyor.” sözlerine benziyor. Tribündeki tezahüratlara göre şekil alan adalet anlayışı saygıyı hak etmez.
Dünya’nın hiçbir ülkesinde iki ihtimalli bir adli tıp kararı olmaz.
Özal, kabrinden çıkarılmadan önce de zaten iki ihtimal vardı.
Değişen ne?
Ben yine de Adli Tıp yetkililerinin, “Özal şu anda yaşıyor.” demediğine şükrediyorum!
Özkök’ün hesabı!
Bazen nehir kenarı, bazen de Hürriyet barında, Enis Berberoğlu’nun cesedini beklemekten yorulmayan Ertuğrul Özkök’ün Pazar yazısı yine çocukça bir cinlik taşıyordu.
Sözde kıskanılan yazarlar listesi yapmış.
Aklınca, ismini andığı yazarların ağzına bir parmak bal verip, kovanla geri dönmek istiyor.
İşi o kadar abartmış ki, 1 yıldır köşesi olmayan Oray Eğin’i bile kıskanılan yazarlar listesine koymuş.Yaşlanmış, eskiden bu kadar açık vermezdi.
İsmini andığı yazarların kendisinden bahsetmesini sağlamaya çalışırken, diğer yandan Hürriyet’te oluşturduğu legal çeteyi de genişletmeyi amaçlıyor.
Bu, yeniden dönüş için yapılan yığınaktır.
Erkan Tan’a suikast!
Canlı yayın yaptığı Sultanahmet’te, zabıtalara, “Sizin için rüşvet alıyor diyorlar, siz, şöyle böyle misiniz?” diyecek kadar yürekli, bir o kadar da patavatsız bir gazeteciydi.
14 sene aralıksız canlı yayın yapan reyting rekortmeni tek programcıydı.
Türk televizyonlarının en tanınmış isimlerinden Erkan Tan’ın programına Prime time yayına geçileceği gerekçesiyle son verildi.
Oysa Tan, Prime time için en uygun isimdi.
Kanalın ekran yüzü, TV8’in, hatta kendi kuşağında, ekranların en şöhretli simalarından birisiydi.
Yani bu gerekçeye göre bırakın programının kaldırılmasını, taltif edilmesi gerekiyordu.
TV8, Mehmet Ali Erbil ve Seda Sayan’ı transfer etti. Doğrusu iyi transferler ama her iki sanatçı ile özdeş bir TV kanalı var mı?
Yok…
Erbil ve Sayan parayı hangi kanal verirse oradalar ama kanalın kurulduğu günden bu yana ekran yüzü olan Tan’ın ismi TV8 ile özdeşti.
Kanalın marka değerine güç veren bir ismi öteleyerek, gelir geçer isimlerle çıkış aramanın neleri götüreceğini beraber göreceğiz.
Kanalın patronu Mehmet Nazif Günal ve yöneticisi Abiş Hopikoğlu ile samimiyetim yok ama kendileriyle tanışırım.
Akla ziyan bu kararı onların verme ihtimali zekâlarıyla örtüşmüyor.
Peki, Tan ve TV8’e bu suikasti kim yaptı? Üç ihtimal var;
Ya Tan’a 6 ay önce Kanaltürk’ten yapılan teklifin intikamı zamana yayılarak alındı.
Ya, TV8’de Tan isminin altında ezilen problemli bir ego var!
Ya da birileri, “Hükümet, Erkan Tan’ı istemiyor.” propagandasıyla, TV8 ters köşeye yatırıldı.
Çünkü Tan, muhalefete olduğu kadar iktidara da uzak değildi!
* Bu yazı Talat Atilla'nın Güneş Gazetesi'ndeki köşesinden alınmıştır.