Benim şahsi olarak “Kürt Sorunu” denilen kavramdan anladığım, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan yurttaşlarımızın ekonomik, sosyal, kültürel olarak geri kalmışlıkları ve kimliklerinin devletçe tanınmamasıydı. İlave olarak özellikle güvenlik güçlerinin olumsuz yaklaşımları ve davranışları sonucu ortaya çıkan travmaydı. Çok basit bir ifade ile “Kürt Sorunu” derken yukarıdaki cümleleri anlıyordum. Dolayısı ile bunu dile getirenlere hak da veriyor ve çözümünü de samimiyetle istiyordum.
Sorunun çözülmüş hali ise, Türkiye’de Kürtlerin kimliklerinin tanınması, kendi dillerini öğrenebilmeleri, daha fazla bireysel demokratik hak ve hukuktan yararlanabilmeleri ve yerel yönetimlerde yapılacak bir reformla kendi yaşadıkları yerlerde kendi yaşantıları ile ilgili söz söyleme ve karar alabilme hakkına sahip olabilmeleriydi. Ben bu şekilde zaten uluslararası kabul görmüş kurallarından bahsediyordum. Tüm bunların üniter devletin devamına halel getirmeyeceğini düşünüyordum. Zaten din, inanç, tarih, kültür, hatta bir anlamda dil konusunda ortaklık olduğu, Kürtler diğer unsurlarla iç içe geçtikleri için ayrılığında mümkün olmadığını sanıyordum. Türkiye’nin en zengin, en güçlü işadamları, sanatçıları, siyasetçileri ve her alandan ayrım görmemiş Kürt kökenli yurttaşları ile artık bütünleştiğimize inanıyordum.
Bu çizdiğim çerçevenin dışına çıkılması halinde, konunun siyasi bir yön kazanacağını ve iki toplumun bir arada, bir devlet çatısı altında, bir bayrak gölgesinde yaşamasının mümkün olmayacağını ve ayrı bir devlet gerektireceğini düşünüyordum.
Geçen 21 Mart yeni süreç için bir sınavdı. Gerçi yanlış başlamıştı, hukuksuzdu, şeffaf değildi v.s ama bunlar Hükümetin yanlışlarıydı. 21 Mart ise ağırlıkla Kürtlerin yanlışı oldu. (Hepsinin değil, azınlıkta kalan bir grubun) Toplandılar, huzurlu ve güvenlikteydiler yani güvenlik güçleri müdahale etmedi ama “Türkiyeli” olduklarını, ayrılmak istemediklerini gösteren tek bir sembol, işaret, alamet kullanmadılar. Marşları, bayrakları gönül ve ruh olarak ayrı bir yerde olduklarını gösteriyordu. Bu kesim hala idari ve siyasi olarak ta ayrılık peşinde. Zaten ifade de ediyorlar. Önce demokratik özerklik, sonra duruma göre…
Ben bunu Kürtler ayrılmak istiyor şeklinde yorumlamıyorum. Bir bölüm Kürt, Türk ve Kürtün eşitlik temelinde iki toplumlu bir sistem veya en azından özerklik istiyorlar farkındayım. Ama milyonlarca Kürtün farklı düşündüğünü, Türk olmaktan gurur duyduklarını biliyorum. Asla Türkiye’den kopmaya niyetlerinin olmadığını iyi biliyorum. Çünkü, akrabalarım, dostlarım, arkadaşlarım var aralarında. Onları iyi tanıyorum.
Korkum, azınlıkta kalan bir kesimin taleplerinin tüm Kürtlere mal edilmesi, dinamik azınlığın pasif çoğunluğu yönlendirmesi, yönetmesi… Sonunda da toplumun, “Kürtler bizi istemiyorsa bizde onları istemiyoruz” noktasına gelerek, ayrım yapmadan tüm Kürtleri dışlaması… Diğer Kürtlerin de tepki vermeleri ve bu tepkinin karşılıklı büyüyerek çatışma, bölünme noktasına kadar varması… Toplumun, gönüllerin, ruhların ayrılması, ortak paydanın yok olması… Çünkü toplum hazırlanmadı…
Bu konu, doymak bilmeyen ihtiraslı bir yönetici, yalaka medya ve kendi çıkarları dışında başkalarını önemsemeyen bir uluslararası baskıyla korkulacak bir sürece girdi. Süreç belki yıl sonuna kadar ya da bir kaç yıl olaysız gider ve barış sağlanmış görünebilir. Ancak, idari ve siyasi farklılık noktasına gelince şimdi sesi çıkmayan Tayyip Beyin dahi iş işten geçtikten sonra itiraz edeceğini sanıyorum. O zaman ne olacak? Kimse 30 yıllık bir mücadele sonunda 35 bin can kaybından sonra konunun kolaylıkla tatlıya bağlanacağını sanmasın. Bu medya baskısına kanmasın. Hele konu uluslararası güçlerin oyuncağı olmuşken… Aslında nihai çözüm yok ortada, konu sadece yeni aşamaya giriyor…
Maalesef iyi bir siyaset ama kötü bir devlet adamının muhteris yönetiminde…
Adam karısını psikiyatriste götürmüş, “Doktor” demiş “karım kendini tavuk sanıyor” Doktor, “Enteresan” demiş, “Ne kadar zamandır böyle?” Adam, “Bir aydır” Doktor, “Peki bir aydır neden getirmediniz?” Adam, “Valla doktor bey belki yumurtlar diye bekledik”
Şimdi bizde “İmralı Barış Süreci” barış getirecek diye bekliyoruz. Bu durumda hasta kim?
Bana soruyorlar “Peki, bu yanlış anladık, çözümün ne?” Diyorum ki “Diyelimki benim çözümüm yok, bu yanlışı yapmak zorunda mıyız?”