‘Bir ıssızlığa yetecek kadar sigaramız var.’ dedi şair;
Dost Meclisi’nin en uzak hasır masasında yarım kalmış satırın devamı kadını görünce.
Kekelemesi, sarhoşluğu, unutması, hatırlaması, yarım kalan satırın gediğine bi’ kelime daha koyup koymama kararsızlığı..
Ya da evli bir adamın üstünkörü kendine bir aralık sorduğu ‘ne yapıyorum ben şimdi’ telaşı..
Eylül sancısı sarmışken kaburgalarını; şimdi bu kalp seğirmesinin, şimdi bu naftalin kokulu sandığın kapağını aralamanın, şimdi bu yarım kalmış satırı tamamlanmanın sırası mı?
Bunu dedi mi bilmiyoruz ama, eylül sancısı nirengi şairin.
Eylül sancısı ki:
Kalbinin üzerinde bir ağrı peyda olur bazı akşamüstleri;
Kaburga uçlarının kalbinin içine girip girip çıktığını hisseder. Kucağında Orhan varken, Hatun ninenin kedisini severken, kelimelerle eğleşirken, yürürken, alçaktan uçan helikopterin gürültüsüne öfkelenirken, her gün önünden geçtiği kör işportacının tezgâhında durmadan çalan alarma şaşırırken..
Bunun hep bu tezgâhın önünden geçerken aklına geldiğini düşünüp, kendiyle eğlenirken; güvercinlere onlar için mi, kendini mutlu etmek için mi yem serptiğinin muhakemesini yaparken.
Nerede nasıl diye bakmaz, sormaz; her eylülün muayyen günlerinin akşamüstlerinde uçlarını sivriltip, girip girip çıkar kaburgaları kalbine.
İlkinden sonra bekledi, hazırlandı.
Beklediği için mi devam ettiler gelmeye, yoksa müdavimi olacaklar mıydı zaten bilinmez. Bilinir ki eylül savuşmadan hıncı bitmez kaburga uçlarının.
O iş görülürken içinde, ne bir mukavemet gösterir ne de dua eder bitsin bir an evvel diye. Doğuma uzanan bir dişi gibi tevekkül eder. Gözlerini kısar; yumruklarını, sinirini, dişlerini sıkar ve vazifesini yapıp, alıp başını gitmesini bekler.
Haberi yoktur bundan kimsenin, kalbi ve kaburgalarından başka.
Öyle dirayetli olmalıdır ki..
Ona göre cesaret dediğin; ne yan bakan, ne takımına küfreden, ne eksiğini yüzüne alay ederek vuran, ne de omuz atan bir ipsizin haline mukabeledir.
Cesaret: eylül aylarında kalbine parçalarcasına giren kaburgalarına metanettir.
‘Bir ıssızlığa yetecek kadar sigaramız var.’ dedi şair;
Dost Meclisi’nin en uzak hasır masasında yarım kalmış satırın devamı kadına.
Aşktan ayılmayacak kadar şarabımız. / Yetecek kadar yeniden doğmaya, yazacak acılarımız. / Sen yine de okumak istersen o şarkıyı, ortasından başla. / Uzaklaşabildiğimiz kadar yalnızız. / Bu karanlıkta, bu ıssızlıkta / Ayılmadan aşktan, belki bir zamanda anlaşırız.
Dedi şair Dost Meclisi’nin en uzak hasır masasına konuşlanmış, yarım kalmış bir kadına, satıra..
Salt şairin değil, kadınların da hikâyesi.
Parlatılmış kahramanların değil, karanlığın da hikâyesi. Kusursuz karakterlerin değil, eksiğin de hikâyesi.
Yüzleşmenin, makyajın, biraz da maskenin hikâyesi Şair..
Çıktı Şair; alırsanız, okursanız, severseniz, çekmecede Çakır var. O da gelir.
Diyorsunuz ki:
Yazının sonu geldi, acaba konu Kılıçdaroğlu’na nasıl bağlanacak?
Sizinki de laf..
Yahu; ötmeyen horozun, yumurtlamayan tavuğun, yağmayan yağmurun, Pasarofça Antlaşmasında Avusturya’ya verilen Banat Yaylasının sorumluluğu bağlanmış da, şuncacık yazı mı bağlanmayacak?
Al bağlayayım:
Eyy Kılıçdaroğlu; bu kitap çok satanlar listesine girmezse, en az yirmi dile çevrilmezse, Times’a kapak olmazsa, bunun sorumlusu sensin sen!
Biz senin SSK yıllarını da iyi biliriz.
Al bağladım.