Talat Atilla Öcalan test edildi! Değişim var! Tüm arşivi yaktılar! 'Tekbirlerle gömün beni!' |
Ersan Yıldız GİRİLMEZ |
Mihriban Başlı Nereye Gidiyoruz? |
Tuğba AYAN Çakralar ve Uyanış |
Adnan Küçük MEB YUSUF TEKİN’İN LAİKLİK SÖYLEMİ BAZI ÇEVRELERİ RAHATSIZ ETTİ |
Zahide Guliyeva EGO İŞÇİLERİ |
Cengiz Altınsoy Benim güzel memleketim... |
Kıvılcım Kalay NEDEN DİYE SORMA |
Canan Sezgin BU DOLUNAYLA BİR DEVİR KAPANIYOR! |
Tuğrul Sarıtaş Duayen gazeteci Tuğrul Sarıtaş'tan yeni kitap! |
Tekin Öget GERÇEKTEN DE TAM YOL İLERİ Mİ? |
Esra Süntar SU ÜSTÜNDE İKEN SU İÇİNDE OLMAK |
M. Kürşat Türker ZİNCİR |
Yalçın Toker SPOR YAZARLARI GENEL KURULUNDAYDIM.. |
Haktan Kerem Ural ‘ADALET SİSTEMİ’NİN ALTINDA SERİNLEYEN AHLAKSIZLAR |
Sima Güleser Polat İPİN UCU KAÇTI! |
Uğur Özteke SAĞLIKTA KANDIRMACA YENİDEN Mİ BAŞLIYOR? |
Bazı Belirlemeler, Olgular ve Algılar
Önce Bazı tespitlere ve olaylar silsilesine yer vereceğiz.
Günümüzde Batı medeniyeti için, en insancıl ve gelişmiş medeniyet olarak söz edilir. Buna, hem kendileri inanırlar hem de diğer ülkelerdeki insanların da inanmaları beklenir. İnanmayanlar da şiddetle dışlanırlar, geri olarak görülürler. Batılı ülkeler dışında yer alan bazı ileri, çağdaş, medeni(!) görünümlü şahsiyetler de bu yöndeki inancı tereddütsüz kabul ederler.
Batı Medeniyetinin En Büyük Kutsalı(!): İnsan Hakları
İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik, vd. insani değerler, son yıllarda sürekli Batı medeniyetinin “KUTSAL(!)”ları olarak bilinir.
Batılı kaynaklarda, insan haklarına ilişkin belirlemeler şu şekildedir:
“İnsan hakları, insanların sırf insan oldukları için sahip oldukları haklardır. İnsan hakları; hangi millî, etnik, dinî, zümrevî veya mesleki topluluktan olursa olsun, her kişinin yalnızca insan olmak itibariyle haiz olduğu değerleri korumaya yönelik sahip olduğu serbestçe davranışlarda bulunma potansiyelinin başkalarınca tanınmasını ve her çeşit dış müdahaleye karşı korunmasını gerektiren en üstün ahlaki iddia veya taleptir”.
İnsan haklarının sahip olduğu başlıca genel nitelikler, “evrensellik”, “bireysellik”, “dokunulmazlık”, “devredilmezlik” ve “insan haklarının üstünlüğü” şeklinde sıralanabilir.
Evrensellik, insan haklarının, “rengine, ırkına, coğrafi bölgesine, inancına, fikrine bakılmaksızın insan olan herkese ait olması, her zaman ve her durumda” öne sürülebilmesidir.
Demokrasi ve Hürriyet Şampiyonları(!)
Freedom House, hürriyet raporu aracılığıyla her yıl Dünyadaki 210 ülke ve bölgede insanların siyasi haklara ve sivil hürriyetlere erişimini derecelendiriyor. Bu derecelendirmeye göre, 100 puan üzerinden, İsrail 77, ABD 83, İngiltere 93, Fransa 89, Almanya 94 puanla tam hür görülüyor; yani buralarda siyasi haklar ve sivil hürriyetler üst düzeyde muteber demektir.
Başta The Economist olmak üzere daha başka bazı kuruluşlar da benzer içeriğe sahip raporlar hazırlıyorlar. Bu raporlarla Dünya genelinde mensubu oldukları ülkeler lehine algılar oluşturuyor, kendi liglerinde olmayanları hür olmayan, çağdışı ülkeler olarak ilan ediyorlar.
Batıdaki ve Batıya öykünenlerdeki derin inanca göre, Batı medeniyeti olmaksızın insanların insanca yaşamaları imkânsızdır. İnsan haklarının başka medeniyet ve sistemlerle korunması mümkün değildir. Batı medeniyeti meftunlarına göre, başka hiçbir medeniyet insani ve insanlar için koruyucu özelliğe sahip değildir. Hatta günümüzde Batı medeniyeti dışında bir başka medeniyet yoktur; bir tek medeniyet var, o da Batı medeniyetidir.
Batılı blok, kendi medeniyetini, insanlık için vazgeçilmez kutsal olarak görüyor.
Batı Medeniyetinin Gerçek Kimliğini Yansıtan Olaylar
Peki, yaşanan olaylar ve olgular bu belirlemelerle ne kadar uyumludur?
Bir de bu sualin mutlaka doğru bir şekilde cevabının bulunması icap ediyor.
Fiili pratiklere bakınca, 20. Yüzyılda İki Dünya Savaşı yaşandı. Bu savaşlarda takriben 100.000.000 (yüzmilyon) civarında insan öldü. Bunların birçoğu sivil, masum insanlar. Bu ölümleri gerçekleştirenler, medeni olduğu söylenen Batılı ülkelerdir.
Batı medeniyetinin efsane temsilcisi Amerika’nın, son 50-70 yıl içinde demokrasi, hürriyet, insan hakları, eşitlik vd. insani değerleri bahane ederek öldürdüğü, katlettiği insanların sayısın milyonlarca. Bu öldürmeleri gayet olağan olarak görüyorlar.
İsrail’in son Gazze saldırısını mutlak olarak destekleyen ülkeler de Batı Medeniyetini temsil edenler. Başta Amerika olmak üzere bütün müstemleke (sömürgeci) ülkeler İsrail’in bütün fiillerini mutlak olarak destekliyorlar. Hatta terör örgütü olduğunu resmi olarak ilan ettikleri PKK eylemlerini mutlak olarak koruyan bu ülkeler, haklarını savunan Filistinlilerin bayrağına bile tahammül etmiyorlar.
Batı medeniyetinin temsilcilerinin tam desteğini alan İsrail, Gazze saldırıları kapsamında şunları yapıyor: İsrail;
* Hastaneleri bombalıyor; bombalanarak hastanelerin devre dışı kalması neticesinde onlarca kadın, bebek ve diğer masum insanlar vefat etti;
* Masum, silahsız kadınlar, çocuklar ve diğer kişiler katledildi. Şimdiye kadar öldürülenlerin sayısı 15.000 civarında. Bunlardan 5.800’den fazlası savunmasız masum çocuklar, 4000 civarında silahsız masum kadınlardır. 4500'ü kadın ve çocuk olmak üzere 6.800 kişi kayıp; binlerce masum sivil insanlar yıkılan binaların enkazları altındadır.
* Camiler, diğer kutsal mabedler, okulları bombalandı;
* 60’dan fazla masum gazeteci katledildi;
* 40.000’den fazla içinde masum insanların yaşadıkları meskenler yerle bir edildi.
* Gazze’de yaşayanlara hayat hakkı tanınmayarak, onların suyu, elektriği, her türlü gıda yardımları, yaralıların tedavi olmaları için ilaç gönderilmesi engellendi; kısaca milyonlarca masum, savunmasız insan mutlak olarak ölüme mahkûm edildi;
* Uluslararası hukuka göre kullanılması kesinlikle yasak olan bombalar kullanıldı;
* Haksız yere Filistinlilerin yerleşim yerlerine Yahudiler yerleştirildi. İsrail, 1967’den bu yana işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında Yahudi yerleşim birimleri inşa ediyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Aralık 2016'da aldığı kararla, İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarında tüm yerleşim faaliyetlerini derhal durdurmasını istediği halde, bu kararı buruşturup çöpe atarak sürekli genişleme/işgal politikası tatbik ediyor. Bugün işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te yüzlerce uluslararası hukuka aykırı kaçak yerleşim birimi bulunuyor. Buralarda toplam 700 bin işgalci Yahudi yaşıyor. İşgal altındaki Batı Şeria’daki su kaynakları ve tarım arazileri gibi önemli ekonomik kaynaklar işgal altında.
Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in ifadesiyle, bugüne kadar savaş hukukundan, savaş ahlakından yoksun böylesine bir katliam hiç yaşanmadı. Bütün dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin savaş hukukuna ve ahlâkına dair kabul ettikleri her ne varsa bu süreçte hunharca ihlal edildi. Cenevre Sözleşmelerinin savaş hukukuna dair tüm hükümleri ihlal edildi. Daha önceleri Ruanda’da, Bosna’da, Afganistan’da, Irak’ta savaş hukuku ve ahlakı nasıl ihlale dildiyse, Gazze’de çok daha fazlası yaşandı. Bırakınız bir devleti, yer kürede bir terör örgütü bile bu kadar masum çocuğu, savunmasız kadınları ve diğer sivilleri katletmedi. Siviller, okullara gittiklerinde okullar, camilere gittiklerinde camiler, kamplara gittiklerinde kamplar bombalandı. Tüm hastaneler çocuk mezarlığına döndürüldü. 2.500.000 insan açlığa mahkûm edildi, ilaçlardan, ışıklardan mahrum bırakıldı. Tabii ki bütün bunlar da çağdaş olduğu rivayet edilen Batı Dünyasının gözü önünde oldu.
Kısaca, hunharca gerçekleştirilen bu katliamlar neticesinde, Batı medeniyetine ait olduğu belirtilen, bu yönde derin algılar oluşturulan tüm kutsallar yok edildi. Bu yok edişler, tüm Batılı medeni ülkelerin yöneticilerince de mutlak olarak kabullenildi ve desteklendi.
Batılı Değerler-Fiili Pratikler Çatışmasının Felsefi Temelleri
Gazze’de yaşanan vahşice yıkımların, katliamların, işgalci politikaların hakiki mahiyetinin anlaşılabilmesi için, Batı medeniyetinin dayandığı temel felsefi esasların çok iyi bilinmesi gerekiyor. Bu felsefi esaslar, Batı medeniyetinin bir nevi ruhunu teşkil etmektedir.
Yukarıda Batı medeniyetinin en büyük kutsalı olarak insan hakları kavramına ve bu kavramın genel geçer izahatına yer vermiştik. Fiili pratikler ise bu izahatlarla hiç de uyumlu görünmüyor. Bu belirlemelerimizle uyumlu olarak şu soruyu sormak istiyorum:
Bazı uluslararası kuruluşlarca, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve diğer insani değerlerin en üst düzeyde teminat altında olduğu söylenen başta İsrail, Amerika olmak üzere diğer müstemleke ülkelerin yöneticilerine ve bunların uyguladıkları politikaları meşrulaştıran fikir insanlarına göre, “İnsan hakları”ndan anlaşılan nedir? Bu bağlamda Filistinliler insan mıdır? PKK’lı olmayan Kürtler insan mıdır? Ülkelerini savunmak isteyen Suriyeliler insan mıdır? Siyonist İsrail’in menfaatleri ile uyumlu olmayanlar insan mıdır? Böcekleri öldürmekle bu insanları öldürmek arasında bir fark var mıdır ya da acaba akrebi, yılanı, sırtlanı öldürmek Gazze’de öldürülenlere kıyasla çok daha ağır bir hak ihlali midir?
Bu soruları elbette ki durduk yere sormuyorum.
Batılı müstemleke güçlere göre, kendileri mutlak işgalci de olsalar, işgal ettikleri bölgelerde yaşayanlar direnç gösterdiklerinde terörist ve hayvandan daha aşağılık varlıklardır. Yani insan hakları tanımlaması bunları kapsamıyor.
O zaman şu belirlemeyi çok net bir şekilde yapmak icap ediyor.
Uluslararası kuruluşlarca, tam hür, demokrat, hukuk devleti, insan hakları ve diğer insani değerlerin en üst düzeyde teminat altında olduğu söylenen İsrail, ABD vd. müstemleke ülkelerin yöneticilerine göre İnsan hakları tüm insanları kapsamıyor. Sadece kendilerinden olanları kapsıyor. Oysa bunun adı, insan hakları değil, sadece Batılı olanların haklarıdır.
İsrailli bir din adamı ve Şas Partisi’nin ruhani lideri Meir Mazuz, “İnsanlarla uğraşıyor olsaydık, Gazze’ye insani yardım gönderirdik, ama hayvanlarla uğraşıyoruz” dedi. Mazuz, Batılı müstemlekelerin de desteğini alan bu saldırıların gerisindeki felsefi anlayışı pervasızca açıklamış olmaktadır. ABD eski Başkanı Barack Obama’nın eski danışmanlarından Stuart Seldowitz, Mazuz’un sözlerini tamamlayıcı mahiyette şunu söyledi: “Biz 4.000 Filistinli çocuk da öldürsek ne olur biliyor musun? Bu yeterli olmaz”.
Bir soru daha sormak istiyorum: “Batılı müstemleke güçlerin, görünürde savundukları insani değerlerle mutlak olarak çelişen bu politikaların felsefi geri planında neler vardır”?
Bu sorunun cevabı şu şekildedir: “Sosyal Darwinizm”.
Sosyal Darwinizm’in de gerisinde yer alan daha başka felsefi temel esaslar mevcuttur. Bu temel esaslarla alakalı son Devrin İslam Âlimlerinden biri şu izahatları yapmıştır; bunları bilmeksizin, Batı’daki teorik ve pratik değerler çatışmasını anlayabilmek mümkün değildir.
Bu İslam Âlimi’nin Batı medeniyeti ile alakalı şu belirlemesi söz konusudur;
Avrupa ikidir:
Birisi, İsevîlik din-i hakikîkisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi (faydalı) san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları (fen) takip eden Avrupa.
İkincisi, Felsefe-i tabiîyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını (kötülükler) mehâsin (güzellik) zannederek beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa.
Bu İslam Âlimi’ne göre, İkinci Avrupa’nın temsil ettiği “medeniyet-i hâzıra”nın (Batı medeniyeti) üzerine kurulduğu (teessüs) beş menfi esas (temel ilke) şunlardır:
* Medeniyet-i hâzıranın nokta-ı istinadı (dayanak noktası) kuvvettir. O’nun şe’ni (gereği) tecavüzdür. Yani salt kuvvete dayalı bir medeniyetin neticesi zayıflara tecavüzdür.
* Medeniyet-i hâzıranın hedef-i kasdı, menfaattir. O’nun şe’ni tezâhumdur (zahmet vermek, birbirine sıkıntı vermek, insanları sıkıntı ve zahmete düşürmek). Yani haklı olup olmadığına bakılmaksızın salt menfaat hedefli politikaların neticesi, başkalarına zarar ve sıkıntı vermektir. Burada, menfaat ve kuvvetin hak eksenli olmaksızın bir arada bulunmasının neticesi, dehşetli zulümler ve gasplardır. Bütün bunları kısaca ifade eden bir başka cümle de şudur: “Menfaat üzere dönen siyaset canavardır”.
* Medeniyet-i hâzıranın hayatta düsturu cidaldir (mücadele). O’nun şe’ni tenâzu’dur (çekişmek, çatışmak). Yani hayatın, haklı ya da haksız ayırt edilmeksizin mücadeleden ibaret olduğundan bahsedilmesinin neticesi, sürekli çatışmadır, sulh yolunun kapalı olmasıdır. Salt menfaat temelli karşı konulmaz bir güçle yürütülen sınır tanımaz mücadelenin neticesi, her türlü hakların gasp edilmesidir.
* Kitleler mabeynindeki rabıtası (bağı), aheri (başkaları) yutmakla beslenen unsuriyet (ırkçılık) ve menfi milliyettir. O’nun şe’ni müdhiş tesadümdür (çatışmak, savaşmak). Burada da, ırkçılık ve Nazizm’in de temelini teşkil eden “üstün ırk” anlayışının neticesi, Nazi işgalleri ve katliamcı Siyonist politikalardır.
* Câzibedar (çekici) hizmeti, hevâ (istek, nefsin istek ve arzuları) ve hevesi teşci’ (cesaret vermek) ve arzularını tatmin ve metalibini (istekler) teshildir (kolaylaştırma). O hevâ’nın şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete (köpek derecesine) indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine (manen hayvanlaşmak) sebep olmaktır.
Medeniyet-i İslâmiye’nin üzerine kurulduğu (teessüs) beş müspet esas şunlardır:
* Nokta-yı istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe’ni adalet ve tevazündür (ölçülülük, her şeyin kurallar çerçevesinde olması, kuralların ihlaline izin verilmemesi).
* Hedef-i kastı menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni muhabbet ve tecazübdür (birbirlerine karşı yakınlık hissetmek, çekici, cazip olmak, düşmanlık yerine sevginin hâkim olması).
* Hayattaki düsturu cidal yerine, düstur-u teavündür ki; şe’ni ittihad ve tesanüddür (birleşme ve dayanışma).
* Cihetü’l-vahdette (birliğin sağlanmasında) unsuriyet ve milliyet yerine; rabıta-yı dinî, vatanî, sınıfîdir (din, vatan, sınıf bağları) ki; şe’ni samimî uhuvvet (kardeşlik) ve müsâlemet (karşılıklı barış ve sulh içinde olmak) ve haricin (başkaları) tecavüzüne karşı yalnızca tedafü’dür (savunmak, müdafaa etmektir).
* Hevâ yerine hüdâdır (Doğru yol göstermek, doğruluk) ki; şe’ni insaniyeten terakki (yükselme) ve ruhen tekâmüldür (olgunlaşma, gelişme). Hevâyı tahdid (nefsanî arzuları sınırlar) eder. Nefsin hevesat-ı sefîlesinin (nefsin gayr-ı meşru alçak istekleri) teshiline (kolaylaştırma) bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini (yüksek hisler, yüce duygular) tatmin eder.
Burada hem her iki medeniyetin birbirinden farkı, hem de Batı medeniyetini temsil eden müstemleke güçlerinin katliamlarının felsefi geri planı ortaya konmuş olmaktadır.
Sosyal Darwinizm
Medeniyet-i hâzıranın dayandığı beş menfi esastan üçüncüsü olan “Medeniyet-i hâzıranın hayattaki düsturu cidaldir (mücadele). O’nun şe’ni ise tenâzu’dur” şeklindeki esasın günümüzdeki ifade şekli “Sosyal Darwinizm”dir.
Sosyal Darwinizm kavramını izah etmezden önce şu belirlemeyi de yapmak istiyorum:
“Sosyal Darwinizm, tek başına işlev görmüyor; diğer dört menfi esas, Sosyal Darwinizm’i tamamlayıcı mahiyettedirler”.
Sosyal Darwinizm, tabiatta olduğu gibi, toplumsal ilişkilerde de gelişme için “tabii ayıklanmanın” gerekli olduğunu öne sürer. Herbert Spencer, tabiatta olduğu gibi toplumlarda da tabiî ayıklanma, hayatta kalma ve adaptasyon sürecinin geçerli olduğunu ileri sürmektedir.
Spencer’a göre, bir devlette, devlet minimum, birey hürriyetleri maksimum seviyede olmalı. Bu aşırı bireyci tutumda, yoksulların şartlarının düzeltilmesi adına sosyal yardım, ücretsiz zorunlu eğitim, fabrika şartlarının iyileştirilmesi vb. reformlar kabul edilemez. Bu telakkiye göre, yoksullar, zayıf, basiretsiz, tembel ve yeteneksiz oldukları için, hayatlarını sürdürme mücadelesinde yenik düşmeye mahkûmdurlar. Bu, bizzat tabiatın bir kanunudur. Burada sosyal Darwiniz’min, toplumsal hayatta, bireyler ve topluluklar arası ilişkilere yönelik tatbik edilmesi söz konusudur. En uygun olanın hayatta kalması fikriyle, zayıf, hasta, yoksul, suçlu, engelli vb. bireylere yönelik sosyal politikalar ve sosyal devlet ilkesi inkâr edilmiştir.
Hukuk devletinin cari olduğu Devletlerin dâhili uygulamalarında düzeni sağlayacak sağlam hukukî kaideler mevcuttur. Bu vesileyle, toplum içi mücadele ve rekabet, belli hukukî kaideler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Fakat her ülkede aynı politikalar söz konusu değildir. Bazı ülkelerde klasik liberal felsefeye yaklaşılırken (Sosyal Darwinizm), bazı ülkelerde sosyal politikalar öne çıkarak, Sosyal Darwinizm’den kısmen uzaklaşılmaktadır.
Bundan sonra, Gazze ile olan ilişkisini daha bariz şekilde ortaya koymak için Sosyal Darwiniz’in devletler arasındaki ilişkiler yönü üzerinde durulacaktır.
Sosyal Darwinizm, toplumlar ve uluslararası rekabette de, varoluş mücadelesini kazananın hayatta kaldığı sosyal bir evrim sürecini ifade eder. Bu düşünce, devletlerin varlıklarını sürdürebilmek için mücadele etmeleri düşüncesi şeklinde uluslararası hayata yansımaktadır. Bu teori, iktisadî alanda laissez-faire (bırakınız yapsınlar) anlayışına; toplumsal ve uluslararası alanda ırkçı ve emperyalist düşüncelere dayanak oluşturmaktadır.
Sosyal Darwinizm düşüncesinin, milletler arasındaki rekabet ve çatışmalar boyutu da mevcuttur ve bu sahadaki mücadeleler, beraberinde devletler ve milletler arasındaki sosyal evrimin oluşmasını sağlar. Bu düşünce, bu anlaşılış tarzı itibariyle savaşları, güçlünün yaşamasını, hatta ırkçılığı bile ima etmektedir. Bu fikir, ırkların ayıklanması bağlamında zayıf ırkların yok olması için emperyalizmi desteklemektedir. Bu görüşler, ırkçı, hümanizm karşıtı düşünceleri desteklenmesi, zayıf toplumların ve devletlerin amansız mücadelede yok olmaları fikrinin haklılaştırılması için de kullanılmıştır.
Her ne kadar Sosyal Darwinizm, dâhili uygulamalar bağlamında sosyalist felsefe ile uyumlu görülmese de, geçmişte Sovyet Rejiminin yayılmacı politikalarının bu teori ile uyumlu olduğu söylenebilir. Nazi Almanya’sında tatbik edilen Nazizm düşüncesinin ırkçı teori ve pratiklerinin felsefi geri planında da Sosyal Darwinizm felsefesi müessir olmuştur.
Sosyal Darwinizm’in, 19. ve 20. yy’ın başındaki “soy ıslahı” teorileri ve “sömürge savaşları ve sömürgeci politikaların tatbik edilmesinde de etkili olduğu ifade edilmektedir.
Özellikle uluslararası ilişkilerde bu teoriye göre esas olan adalet değil menfaattir, her ülke menfaatlerini korumak için mücadele eder, bu mücadelede haklı olanlar değil, güçlü olanlar haklıdır ve kazanır, zayıfların hiçbir hakkı yoktur, onlar yok olmaya mahkûmdurlar.
Sosyal Darwinizm felsefesinin uygulanmasında asıl temel sorunlar, vahşet ve dehşetler, uluslararası ilişkiler, devletlerin birbirlerine karşı uyguladıkları çatışmacı politikalar alanında yaşanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde her ne kadar bir hukukun varlığından söz edilse de, hakikatte çoğu kereler güçlülerin korsanca koydukları kurallar geçerli olmaktadır. Güçlü ülkeler, diledikleri ülkeyi işgal edebilmek, bahusus tabii kaynaklarını sömürmek, kendilerine rakip gördükleri ülkeleri etkisizleştirmek ya da un-ufak etmek için, demokrasi, hürriyet, adaleti getirmek gibi bahanelere sarılmaktadırlar. Buna karşı koyacak bir mekanizma ve hukuki yapı mevcut değildir. Bu bağlamda, tüm güç merkezlerini arkasına alan İsrail, Yahudilere yerleşim alanları açmak için sürekli Filistin topraklarını işgal ediyor.
Dünyada Batılı bir ülkenin sınırlarına tecavüzde bulunulması halinde, tecavüzcü ülkeye karşı direnç göstermenin terör olarak gösterildiği bir örnek yoktur. Mesela Almanya Fransa’nın sınırını geçip işgal ederek, “bu topraklara kendi vatandaşlarımı yerleştireceğim” dese, Fransa buna müsaade eder mi? Fransa bu işgale karşı çıksa, işgalci Almanya Fransa’yı teröristlikle suçlayabilir mi? Bu suçlama, uluslararası hukuk nezdinde kabul görür mü?
Bütün bu soruların cevapları kesinlikle hayırdır. Oysa İsrail sürekli Filistin topraklarını işgal ediyor, karşı çıkanları “teröristlik”le suçluyor. Direniş terör olarak değerlendirilince de, güya sözüm ona, hür olarak bilinen tüm medeni(?!?!) memleketler topyekün İsrail’in arkasında duruyorlar. Son Gazze saldırısında da benzer durum söz konusudur.
ABD Başkanı Biden “Ben bir Siyonist’im. Siyonist olmak için Yahudi olmanız gerekmez” diyerek, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken “Ben bir Yahudi olarak da buradayım” diyerek insanlık katliamını gerçekleştiren Siyonist İsrail’e tam destek veriyorlar. Destekleri sadece sözle kalmıyor, savaş gemilerini, askerlerini, generallerini gönderiyorlar. Diğer Batılı müstemlekeler de benzer desteği mutlak olarak veriyorlar.
Bütün bu fiiller, aslında uluslararası mahkemede yargılama sebepleri. Ama bu mekanizmayı işletecek güçler, Siyonist İsrail’in mutlak destekçileri. Gariban bir ülke benzer fiilleri gerçekleştirse çoktan uluslararası mahkemede yargılanmış ve cezasını da görmüştü.
Özetle ifade etmek gerekirse, Batı medeniyetinin dayandığı yukarıda bahsi edilen menfi temel esasların, özellikle uluslararası hukuk alanında, insan hakları, adalet, hakkın üstünlüğü gibi ilkelerle bağdaştırılması mümkün değildir. Fakat zayıf toplumları ve devletleri hunharca işgal ve katlettikleri halde, insan hakları, adalet ve hakkın üstünlüğünü bu devletler tekellerine almışlardır. Kısaca, değerlerin ters yüz edilmesi hadisesi söz konusu. Medeniyet-i hâzıranın dayandığı temel esaslarla insanlığın barış, huzur, adalet, insanca yaşaması mümkün görünmüyor. Kurtlarla koyunların, tilkilerle tavukların bir arada aynı zeminde yaşamaları halinde, koyunların ve tavukların hayatta kalmaları ne kadar mümkünse, kurt ve tilkilerin bir yandan koyun ve tavukları yerken, diğer yandan da adaletten, hakkaniyetten, sulhtan bahsetmeleri ne kadar makul ise, Sosyal Darwinist felsefe ile uyumlu uluslararası politikalar zemininde güçsüz ülkelerin sulh ve sükun içinde yaşayabilmeleri de o kadar mümkündür. Şayet zayıf bir ülkede bir de zengin tabii (doğal) kaynaklar mevcutsa, artık adalet, hürriyet, insan hakları sözcüsü oldukları söylenen ülkelerin iştihaları kabarıyor, işgal için fırsat kolluyorlar demektir. Amerika’nın Irak’ı, Suriye’yi, Afganistan’ı işgali, diğer müstemleke devletlerin, yıllarca Afrika’yı sömürmeleri, Bosna’yı yaşanamaz hale getirmeleri, bunların habis ruhlu, insanlığı yok eden deniyyetin temsilcileri olduklarının bariz misalleridir.
Son olarak bir de Batı’da Filistin’deki katliamı lanetleyen gösterilere temas etmek istiyorum. Başta Amerika olmak üzere bazı Batılı ülkelerde, emniyet birimlerinin engelleme çabalarına rağmen, İsrail mezalimini lanetleyerek mazlum Filistin halkına destek veren gösteriler düzenleniyor. Bu gösterilere katılanların tamamı Müslüman değildir. Burada bu gösterilere katılan Müslüman olmayan kişiler, esasen yukarıda İslam Âlimi’nin bahsini ettiği “İsevîlik din-i hakikîkisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi (faydalı) san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları (fen) takip eden” birinci Avrupa belirlemesi kapsamında yer alıyorlar. Bunlar, vicdanlarının sesini dinleyerek, dürüstçe hak ve adalet hissi ile hareket ediyorlar.
Birinci Avrupa içinde yer alanların sayısı arttıkça, İkinci Avrupa’nın dönüşüme uğraması, bu bağlamda medeniyet-i hâzıranın dayandığı beş menfi esastan uzaklaşılarak insani esaslar ve adalet temelli anlayışa dönülmesi ümid edilir. Bu dönüşümler neticesinde, birbiri ile yüzde yüz çelişen iki kimlikli Avrupa’nın yerini, içi ve dışı birbiri ile uyumlu, vicdan, insan hakları ve adalet temelli tek kimlikli Avrupa medeniyeti alabilir. Bu esaslı dönüşüm, hem Batı hem de insanlık âlemi için hayırlı neticeleri husule getirebilecektir.
E-posta Facebook Twitter Yazdır Önceki sayfa Sayfa başına git |
Bu yazı 18620 defa okunmuştur. |
Yorumcuların dikkatine… • İmlası çok bozuk, • Büyük harfle yazılan, • Habere değil yorumculara yönelik, • Diğer kişilere hakaret niteliği taşıyan, • Argo, küfür ve ırkçı ifadeler içeren, • Bir iki kelimelik, konuyu zenginleştirmeyen, yorumlar KESİNLİKLE YAYIMLANMAYACAKTIR. |
|
|||||
|
|
|||||
|