Toplumlarında bireyler gibi kimlikleri, kişilikleri vardır. Politik psikiyatri bilimine göre toplumlar yakın veya uzak geçmişte yaşadıkları önemli olaylardan mutlaka etkilenirler. Geçmişte yaşanan önemli olay olumsuz ise travma olarak ortaya çıkabilir, mutlaka hesaplaşmak gerekir.
Bugünlerde yakın geçmişimizin önemli olayları ile hesaplaşmamız söz konusu. Özellikle darbelerle. 12 Eylül darbeci generallerini mahkemeye verdik, 28 Şubatçıları dalga dalga tutukluyoruz. “27 Nisan Darbesi” konusunda ise ben hala darbe olup-olmadığına karar veremedim. Darbe olduğu konusunda tek emare internet sitesinde yer alan e-muhtıra, ne bir tank var, ne bir uçuş, hatta ne de bir tek asker… Sahiplenen hiç kimse yok... Sonuç olarak ta Muhtıra iktidarın oylarını artırmış… “27 Nisan Darbesi” kahramanları oluşmaya başladı, 5 yıl sonra anlatılanlara göre Tayyip Bey gece Başbakanlık’a gitmek istemiş zor tutmuşlar… Nedense bu son darbeyi bir türlü yargılayamıyoruz…
Geçmişle hesaplaşmak, hem devletler için geçerlidir hem de toplumlar. Yani bu iki tarafında geçmişle hesaplaşması şarttır. Geçmişle hesaplaşmak da hedef ise toplumu olumsuz etkiden kurtarmak amacıyla, 1-Suçluları yargılamak, 2-Mağduriyetleri mümkün olduğunca gidermek, 3-Toplumun ve ilgili kurumların ders almalarını sağlamak, 4-Darbe kurumlarını ve mevzuatını değiştirerek kötü izleri silmeye çalışmak olmalıdır.
Peki biz ne yapıyoruz? Çok iyi bir fırsatı maalesef yanlış kullanıyoruz.
Siyaseten geçmişten bugüne yarar sağlamaya çalışıyoruz. Yani siyasi istismarcılık... “Mış gibi” yapıyoruz. Örneğin 12 Eylül için yargılamayı 32 yıl sonra başlattık. Simgesel tabi, bu anlaşılabilir ama ya 12 Eylül kurumlarının ve mevzuatının hala devam etmesi? Örneğin, 12 Eylül’ün en önemli kurumu YÖK söz verildiği halde devam ettiriliyor. YÖK dediğimiz üniversite özerkliği, hiç de basit bir konu değil. Örneğin, yüzde 10 seçim barajı… 12 Eylül mahkemelerinde yargılanıp mağdur olanlarla ilgili düzeltme işlemleri yapılmıyor. Memuriyetini, kamusal haklarını, sigortalılığını kaybettirilmiş olanların mağduriyetleri hala devam ediyor. TSK iç hizmet mevzuatındaki ünlü darbe gerekçesi 35’inci madde hala duruyor.
28 Şubat’ı ise bazı konuları gözden kaçıracağımız günlerde dalga dalga gözaltı ve tutuklamalarla başlattık. Yine siyasi istismar, göstermelik dalgalı yargılamalar… O günlerin sorumlu olması gereken bürokrat ve diğer kadroları keyifle işlerine devam ediyorlar… Bir Kilis deyimi vardır; “Pambuğ yansın keyf olsun.” Şivesi ile aynen geçerli…
Geçmişimizde bırakılan izleri siyaseten kullanma konusunda Başbakan Erdoğan oldukça mahir. Örneğin, doktorlara çatıyor oy artırıyor, diplomatlara “monşer” diye hakaret ediyor oy artırıyor, askerlere bindiriyor oy artırıyor, valilere “kömür görevi” veriyor oy artırıyor, tiyatroculara “Kimsin sen?”diyor oy artırıyor… Politik ve toplumsal psikolojinin müthiş bir kullanımı… Gerçekten salt siyaset bilimi açısından bakarsak hakikaten literatüre girecek örnekler. Ancak bu mesleklerin toplumda kaybettikleri itibara bakarsanız, eğitimli kesimler için durumun vahim bir noktaya doğru gitmekte olduğunu görürsünüz. Doktorlar en bariz örnek… Bu devlet adamlığı değil.
Geçmişle hesaplaşmalıyız, gerçekten bir gereklilik ama bir hesap yapalım, mağdur olanlara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere bakalım ve yeni toplumsal travmalar yarattığımızı da görelim. Geçmişle yüzleşmekle yukarıda saymaya çalıştığım amaçların hangisi gerçekleşiyor bir düşünelim. Biz geçmişle mi yüzleşiyoruz yoksa devr-i sabık mı yaratıyoruz irdeleyelim…
O dönemi yaşayanlar için bir soru; Kenan Evren mi daha despot, yoksa Recep Tayyip Erdoğan mı? Her ikisinin de çok sevildiklerini bir yana bırakalım…
Bu konuya isterseniz devam edeceğim.