Bu hafta psikolojik olarak milletvekili olduğuma pişmanlık duyduğum değil ama ona çok yakın bir noktaya yaklaştım. Hem Plan ve Bütçe Komisyonunda kamu özel ortaklığı ile yaptığım haklı eleştirilere cevap verilemeden maddelerin geçmesi, hem Silivri’ye gidip Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, İbrahim Fırtına, İlker Başbuğ ve Tuncay Özkan ile yaptığım görüşmeler hem de TBMM Genel Kurul’unda kamuoyunda “Anadilde Savunma” adıyla bilinen yasa tasarısı görüşmeleri sırasında yaşananlar Türkiye’nin geleceğini ve bu gelecekteki kaçınılmaz sorumluluğumu bana defalarca hatırlattığı için çok üzüldüm, kederlendim, yoruldum, efkarlandım… Bir buçuk yıldır milletvekiliyim. Bu sürede milletvekilliğinin gururu veya onurunu taşımaktan ziyade hep sorumluluğunu ve verdiği ağırlığı taşıdım. Gerçekten sorumluluğumuz çok fazla. Gerçi sorumluluk hissedilen bir şey, böyle bir duygunuz yok ise yoktur. Ben bir az fazla hissediyorum ve zaman zaman altında eziliyorum galiba… Bu haftada öyle bir haftaydı. Hafta içi yoğunluk yine Perşembe yazımı aksatmama neden oldu, özür diliyorum.
Türkiye “İmralı Süreci” başlayalı bir anlamda iki toplumlu bir devlet oldu. PKK devlet tarafından resmi açıklamalara göre görüşülen bir yapı, Öcalan’da karşı tarafın resmi lideri durumuna getirildi. Bu durumun uluslararası literatürde anlamı zımnen kabuldür. Bu noktadan geri dönmek nerede ise imkansız görünüyor. Bu saaten sonra yapılması gerekenlerin başında bu iki toplumun birbirlerine daha çok zarar vermeden nasıl yaşayacaklarının yolunu bulmak geliyor… “Öyle bir derde giriftarız ki” inanın çözüm çok sıkıntılı. Bakmayın medyanın Diyarbakır’daki 3 kadın PKK’lının cenazesinde “Barışa yüründü” sloganları atmasına, toplumsal kaygılar çok fazla… Toplumun sessizliği hayra alamet değil. Sonuçta ulus, millet, aşiret tanımları ne kadar yaparsanız yapın, ‘Türklük etnik bir tanım değil anayasaldır’ diyin sonuç pek değişmiyor, konu duygusal ve psikolojik. Bundan sonra bu iki toplumu bir devlette nasıl yaşatacağımız, ortak değerler, ortak bir ülkü, ortak hedefler oluşturulması sorunlarını çözmek zorundayız. Şimdiye kadar maalesef bu dönemde hep farklılıkları vurguladık.
Birkaç kez yazdım; Tayyip Bey iyi bir siyaset adamı ama asla devlet adamı değil. Beni doğrulayan yeni örnekler verdi:
“…zaman zaman yani bazı medya organları TSK’ya çok haksız yere saldırının içerisine giriyorlar. Bakın şu anda içeride yani 400’e yakın emekli muvazzaf subay astsubayımız var. Bunların hemen hemen ağırlıklı kısmı tutuklu. Ve mağdur veya şüpheli şeklinde zaman zaman çağrılanlar oluyor. Bir ara bir ajan meselesi çıktı. Şimdi hele hele çok daha ağır olanı, yani örgüt kurmaktan, örgüt elemanı olmaktan. Şimdi böyle bir şeyin delilleri kesinse ver hükmünü işi bitir. Ama elinde kesin hükümler yok da sen yüzlerce subayı astsubayı örgüt elemanı olarak veya örgüt kuran olarak hele hele Genelkurmay Başkanını kalkar da bu şekilde değerlendirirsen burası silahlı kuvvetlerin moral değerlerini alt üst eder. O zaman terörle nasıl mücadele edecek bu insanlar.”
Yukarıdaki sözlerde 10’uncu yılında olan bir Başbakan için skandalı ama bir siyaset adamı için kurtça bir taktiğin emarelerini görebilirsiniz.
Hele şuna bir bakın; “Putin’e söyledim. Alın bizi Şanghay Beşlisine AB’yi unutalım”
Haksız mıyım, Tayyip Bey için söylediklerimde?
Bunlar bir devlet adamının söyleyeceği şeyler mi? “Terörle mücadele edecek komutan kalmadı” sözleri hiç endişe etmeyin tamamen cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik. Aklı sıra Atatürkçü, Cumhuriyetçi kesime,askerlere bu tutuklamaların, adaletsizliklerin sebebi Cemaattir diyor. ‘Ben sizden yanayım, bu işi çözerim, tüm kötülükleri onlar yaptı’, mesajı veriyor ve seçimde kendine doğru büyük bir kitleyi çekmek istiyor. Peki, kimse ‘Sen o zaman başbakan değimliydin demeyecekler mi?’
Şanghay Beşlisi ile ilgili sözleri AB’ye gözdağı amaçlı…
Herkes enayi bir Tayyip Bey akıllı…
Tayyip Beyi haftanın uyanığı seçelim mi, ne dersiniz?
Bence haftanın değil, son 520 haftanın uyanığı…