2.01.2020 günü Libya’ya Türk askerinin gönderilmesini öngören Tezkere TBMM’de kabul edildi. Ülkemizde Tezkerenin kabulünden önce ve sonra çok yoğun tartışmalar yaşandı. Muhalefet çevreleri Türk askerinin Libya’da ne işi var? diye ağır eleştiriler getirdiler. Ben de bu yazı vesilesiyle soruyorum: “Hakikaten Türk askerinin Libya’da ne işi mi var”?
Bu sorunun cevabı, hem, Türkiye’nin son yıllarda izlediği genel siyaset içerisinde önem arz etmekte, hem de Türkiye’nin uluslar arası siyaset bağlamında ne tür politikalar izlemesi gerektiğinin cevabını da teşkil etmektedir.
Getirilen eleştirilerin bazı gerekçeleri şu şekildedir:
(1) Deniyor ki, Libya tarihten gelen yakınlığımız olan bir ülkedir. Biz göndereceğimiz askerlerle, iki gruptan birini tercih ettiğimizde, yarın-öbür gün Türkiye’nin desteklemediği taraf (Hafter güçleri) galip gelirse, Türkiye-Libya ilişkileri içinden çıkılmaz hale gelebilir.
(2) Türkiye kendi inisiyatifi ile değil de, BM organizasyonu kapsamında bu ülkeye asker göndermeli. Bu yol, daha etkili ve meşru olurdu.
(3) Bu Tezkere ile Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözünün haricine çıkılmakta, Türkiye bu fiili ile bu bölgedeki sulhun sağlanmasını önleyici çaba içerisine girmekte, herkesle kavgalı hale gelmektedir. Bundan Türkiye büyük zarar görür.
(4) Türkiye, kadim dostumuz, dindaşımız olan insanların ülkesi Libya’daki iç sorunun halledilmesi için, ağır dost sıfatı ile hakem pozisyonunu üstlenmeli, aralarını bulmalı. Her iki taraf, Türkiye’nin sözünün dinlenilirliği sebebiyle uzlaşabilir; anlaşabilir, mesele çözülebilir.
Bunlar en göze çarpan bilindik itiraz gerekçeleri. Bunlara daha başkaları da ilave edilebilir. Ben bu yazıda, burada sözü edilen gerekçeler üzerinde duracağım.
Türkiye ile Libya arasında çok derin tarihî, kültürel, manevî vb. köklü ilişkilerin varlığı doğrudur. Bu ilişkiler, sadece Libya ile de sınırlı değildir; Mısır, Suudi Arabistan, Tunus, Cezayir ve Ortadoğu’daki diğer bütün İslam ülkeleri ile benzer ilişkiler mevcuttur.
Fakat Türkiye’nin Libya ile olan ilişkilerinin farklı bir yönü vardır. Türkiye, bu Tezkere ile geçenlerde ana muhalefet Liderinin sorduğu, “Doğu Akdeniz’de zengin petrol var, doğalgaz yatakları var. Amerika orada, Yunanistan orada, Rum Yönetimi orada, Mısır orada, Katar orada, peki Türkiye neden yok? sorunun cevabı olarak, Doğu Akdeniz’de varlığını ortaya koymak, meşru haklarını kullanmak maksadıyla petrol arama gemilerini konuşlandırdı. Bu bağlamda, haklılığını uluslar arası hukuk çerçevesinde daha da tahkim etmek maksadıyla Türkiye’nin kıta sahanlığının belirlenmesine yönelik, BM tarafından da tanınan meşru Libya yönetimi ile bir uluslar arası sözleşme imzaladı ve bu sözleşme yürürlüğe girdirildi.
Türkiye bu sözleşmeyi, bütün Batı dünyasının karşı duruşuna, tehditlerine rağmen imzaladı. ABD ve AB ülkeleri bu sözleşmeye karşı çıktı. Hepsi, Türkiye’nin Akdeniz’de Antalya’nın, Mersin’in, Hatay’ın deniz sahili ötesinde etkin olmasını istemiyorlar. Kısaca, burada bulunduğu düşünülen bütün doğal zenginliklerden Türkiye’yi uzak tutmak istiyorlar.
Türkiye, bu bölgede uluslararası hukuk çerçevesinde söz sahibi olması gereken en haklı ülke olduğu halde, her ne pahasına olursa olsun bu haklardan yoksun kılınmak isteniyor.
Türkiye bu bölgede varlığını uluslar arası hukuk bağlamında daha da haklılaştırmak için bir ülke ile sözleşme yapması gerekiyordu. Bunu, İsrail’le, Yunanistan’la, Rum Yönetimi ile yapamazdı. Akdeniz’de kıyısı olan ve pozisyon olarak da müsait olan bir başka ülke mevcut olmadığı için, Türkiye meşru Libya hükümeti ile bu sözleşmeyi yaptı.
Bu sözleşmenin devam ve bekası, meşru Libya hükümetinin varlığını sürdürmesine bağlıdır. Elbette ki Türkiye, bu yönetimin kalması için çaba sarf edecektir. Nasıl, ABD, Mısır, Fransa, İsrail, BAE, vd. ülkeler, bütün güçleri ile darbeci Hafter’i kendi millî çıkarları için, gayrı meşru olarak destekliyorlar, bunun için her türlü yardımı esirgemiyorlarsa, Türkiye de kendi millî çıkarları için, meşru Libya yönetimine bu desteği vermek durumundadır.
Gelelim ikinci gerekçeye. BM kontrolündeki askerî güçler, esasen dünyanın hiçbir yöresinde sorunların çözümüne olumlu katkı sağlamış değildir. Uluslararası reel gerçeklik bağlamında değerlendirildiğinde, BM güçleri, hiçbir zaman ABD ve emperyal Batı’lı güçlerin çıkarları haricinde iş yapmamıştır. BM bu ülkeye askerî (barış) güç gönderdiği zaman, bu güç, bu ülkede barışı sağlamak için değil, olsa olsa darbeci Hafter’i korumak amacıyla gider.
BM güçlerinin bu ülkeye gitmesi, ülkedeki petrol kaynaklarına korsanca hükmetmek isteyen ABD vd. emperyal güçlerin amaçlarına hizmet edebilecek şartlar yoksa, hiçbir zaman gönderilmez. Gidecekse de, emperyal güçlerin çıkarına hizmet ettiği ölçüde ve şartlarda gider.
Üçüncü gerekçeye gelince. Bu söz elbette ki doğrudur. Fakat bu sözün doğruluğu, Türkiye’nin istiklal harbini yanlışlamaz. Şayet Türkiye’ye ucu dokunan ve zarar veren bir ortam mevcut değilse, o zaman sulhün korunması elbette ki gerekir. Ama Türkiye Doğu Akdeniz’e kıyısı olduğu, bu denizde zengin petrol kaynakları olmakla birlikte, meşru olan hakları gasp edilmek istendiği, 10 bin KM öteden gelerek burada petrol arayan ABD Türkiye’yi bu bölgeden dışlamaya kalkıştığı zaman, bu söze sığınarak, Libya olgusuna bigane kalmak, Türkiye’nin kuşatılmasına, milli çıkarlarının tahribine onay vermek manasına gelir. Bu sözün gereklerine uygun şartlar şu an için söz konusu değildir.
Gelelim son gerekçeye. Türkiye’nin, sadece diyalog yoluna başvurması ne kadar başarılı olur? Nitekim Rusya ve Türkiye birlikte bu iki grubu diyalog yoluyla barıştırmaya çok çalıştı. Fakat Darbeci Hafter tarafı uzlaşmaz tutum sergileyerek masadan kaçtı. Hafter, her ne kadar Berlin’deki Konferansa katılacağını açıklasa da, oradan da kaçmayacağının garantisi yok. O kendi inisiyatifi ile hareket etmiyor, başkalarının yönlendirmesi altındadır.
Türkiye bu ülkeye asker göndermekle diyalog ve diplomatik görüşmeler yolunu terk etmiş değil. Hatta bu konuda en yoğun çaba sarf eden ülkelerden biri de Türkiye’dir. Burada, asker gönderilmesi, Türkiye’nin diyalogda etkinliğini artıran bir rol oynamaktadır.
Gözden kaçırılan bir diğer husus da şudur. Bu ülke, emperyal güçler tarafından kendi içinde çatıştırılarak tıpkı Suriye ve Irak’ta olduğu gibi fiilen ikiye bölünmüş durumdadır. Asıl temel sorun buradadır. Bu iki grup anlaştırılsalar da, bölünmüşlük sona ermiş olmayacaktır. Emperyal güçler, bu yapı içerisinde destekledi yapı vasıtasıyla amaçlarına ulaşacaklardır.
Diğer yandan, bütün emperyal güçler, demokrasi söylemlerini inkâr edercesine meşru yönetimi yıkmak için, darbeci güçlerle ittifak ederek, bu ülkedeki zengin petrol kaynaklarına hükmetmek isterken, bu ülkelere laf söylemeyip ya da söylemiş gibi yapıp, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki meşru haklarını korumak için tarihî dostluğun gereği olarak meşru yönetime destek vermesine karşı çıkmak, en hafif ifadeyle “gaflet” olarak izah edilebilir.
Hiçbir ülke, millî çıkarlarını korumak adına sadece kendi iç dünyasında yaşayamaz. Libya’ya giren, Mısır’ı esir alan, İsrail ile dayanışma içerisinde, bu ülkenin güvenliğini sağlamak adına bir sürü ülkeyi işgal eden güçler, Türkiye’yi, kendi içi haricinde hiçbir işle meşgul olmadığı için ödüllendirmezler. Salt kendi içine kapanan bir Türkiye, bu yöndeki politikalarla sadece emperyal güçlerin kendisini de işgal etmesi için sırasını beklemiş olur.
Bu ülkeler, Suriye’nin Türkiye sınırında PKK devleti kurdurarak zaten bu yönde boş durmadıklarını ortaya koyuyorlar. Hala PKK’ya terör örgütü demeye cesaret edemeyenler, bu cesareti zoraki de olsa gösterseler de, PKK’nın güdümünde olan YPG’ye bilinçli olarak terör örgütü diyemeyenler, hiç kusura bakmasınlar, ABD ve diğer emperyal güçlerin bu örgüt vasıtasıyla Türkiye’yi işgal etme politikası konusunda gaflet içindedirler.
Türkiye, nasıl millî çıkarlarını korumak, bu amaca yönelik NATO’da yerini alabilmek için 1950’de Kore’ye asker gönderdi ise, yine millî çıkarlarını korumak adına Libya’ya asker göndermelidir. Hem “Doğu Akdeniz’de zengin petrol var, doğalgaz yatakları var. Amerika orada, Yunanistan orada, Rum Yönetimi orada, Mısır orada, Katar orada, peki Türkiye neden yok? sorusunu sorup, hem de bu amacın tahakkuku için Libya’ya asker gönderilmesine karşı çıkmak, en büyük çelişki teşkil etmektedir. Aktif siyasetin yapılması gerektiği durumlarda pasif kalınması, Ülkemizin millî çıkarlarına zarar verilmesi ile eş anlamlıdır.