Şu yanlış bildiğimiz veya karmaşa yaşadığımız kavramlardan biride halk egemenliği. Geçen hafta “Başkenti Halka Sormak, Maaşı Dondurmaya Yatırmak” başlıklı yazıma yapılan yorumlarda çok tutulan şu “aile-demokrasi-maaş-dondurma” anekdotu vesilesi ile de bu konunun tartışılması gerektiğini gördük. ‘Zamanıdır, zaten gündemimdeydi’ diyerek demokrasilerde halk egemenliği konusuna girelim.
Churchill’in demokrasi için, “Geri kalanlar hariç, en kötü yönetim biçimidir” dediği söylenir. Hakikaten demokrasi nedeniyle mekanizma veya sistem çok yavaş işler ve çok maliyetlidir. Düşünün, seçim süreci çok para gerektirir ve Meclis, milletvekilleri, deneticileri, çalışanları ile çok büyük bir bütçe kullanır. Bunun yanısıra karar alma süreci ise çok yavaştır. Demokrasiyi işletmek için milyarlar savuruyor, kavgalar ediyor ve bir karar alabilmek için aylar, yıllar harcıyoruz. Ancak, şunu unutmamalıyız, hiçbir yönetim biçimi ahlaken demokrasi kadar savunulamaz ve yapılan hataları düzeltme gücüne sahip değildir. Yani, en iyi şeyleri yapmaktan ziyade, yapılan kötü şeyler konusunda herkesin sorumluluğu söz konusu olduğu için demokrasi en tercih edilen yönetim biçimidir. Bunun içinde mümkün olduğunca halkın görüşünün alınması, halkın katılımının sağlanması esastır. Halkta en doğru kararı almaz, almayabilir ama sorumluluk kendisindedir ve yanlış kararını şiddete başvurmadan düzeltme imkanına sahiptir. Dolayısı ile demokratik karar alma süreçlerine halkın mümkün olduğunca katılması ve sorumluluğu alması, hissetmesi esas olmalıdır.
Halkın doğru kararlar alabilmesi için demokrasinin diğer unsurları sayılabilecek medya, akademisyenler, yargı, yürütme, sivil toplum, siyasi partiler gibi kurumların da sağlıklı işlemesi esastır.
Halkın katılımı ve sorumluluk alması ve hissetmesi ise şüphesiz eğitim ve gelir seviyesine bağlıdır. Halkın genellikle milletvekili, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı seçtiği kimseler ülkenin en iyileri, bu postlara en layık olanları değildir fakat, kimsenin bir şey diyemeyeceği bir durum vardır. Ayrıca bu mevkiler bir az geç dahi olsa seçilenleri eğiten yerlerdir.(Taçlanan baş akıllanırmış)
Diğer taraftan da “Halk” nedir, kimdir soruları yanısıra “Halka müracatın sınırları nelerdir” sorusu da siyaset bilim çevrelerinde çokça tartışılmaktadır. Ben bu konuda lafı uzatmadan kendi cevabımı vereyim; Halka müracaatın sınırı her ülkeye ve ülkenin özelliğine göre değişir. Üstelik bu bir süreçtir, esnektir ve dinamiktir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında başkentin neresi olması gerektiği konusunu halka sormak mümkün değildi ama bugün koşullar farklıdır, gerekmesi durumunda sorulabilir.
Yukarıda çok kısa olarak anlatmaya çalıştığım konu siyaset biliminin en hararetli tartışma konusudur. Bu tartışmalar doğrultusunda verilen farklı cevaplarla demokrasi türleri ve demokrasi modelleri oluşmuştur. Bunlara girmek istemiyorum, bizim konumuz değil ama bizi ilgilendiren baştan da belirttiğim gibi son zamanlarda “Halk egemenliği” kavramının yanlış ve kasıtlı olarak abartılı kullanılır oluşu. Halka müracaatın, halk egemenliğinin de bir sınırı vardır. Her konu her zaman halka sorulmaz. “Halk egemenliği” kavramının abartılması toplumu “popülizm” denen bir belaya götürür ki bu durumda çok tehlikelidir.
Ben bizim e-dergahın halka müracaatın sınırını tespit etme konusunda makulü bulmada zorlanacağını asla düşünmüyorum. Tek sorunumuz var; çok partili demokrasimiz öncesi ve sonrası siyasi çekişmelerimiz yüzünden kalıpların dışına çıkamamak. Buda normaldir.
Bu noktada Türkiye için somut referandum veya halka sorulması gereken konular listesi yazacaktım ama konuyu yine güncel, kalıplaşmış parti siyasetine dökeriz korkusu ile vazgeçtim. Biliyorum yine de yazılacaktır. Fakat, unutulmasın tek icazetli H.T’dir.
Görüldüğü gibi bir anlamda demokrasinin, yani halk egemenliğinin kötü kadro oluşmasına ve yanlış karar almaya en müsait yönetim şekli ancak sorumluluk ve ahlaki düzeltme açısından ise en uygun rejim olduğu noktasına geliyoruz.