Sürekli dönmekten yorulduğu için mi, kıyamete az kaldığı için mi bilmiyorum ama dünya giderek daha tirajı-komik hale gelmeye başladı.
Bir annenin, kundaktaki çocuğuna masal olarak anlattığında bile emzikli çocuğun, “Yalannnnn…” diye ayaklanacağı uydurmalara teslim olurken, gerçeklere sırtımızı dönüyoruz.
Felsefenin, aklı zelzeleye uğratmak için, “Hangi gerçek? Kime, neye göre?” dediğine bakmayın, felsefe aklı keskinleştirse de, ruhunuzu çalar.
Gerçek, gerçektir...
Kişinin kendi algısı, belki kendi gerçekliği olarak kabul edilebilir ama insanlığın ortak aklını kulağından tutup, kapının önüne koyamayız.
Ne yazık ki; güçlü olanın sübjektif gerçekliği, insanlığın ortak aklını giyotin gibi kesmeye devam ediyor.
Yeryüzünde, kaosu tetikleyen, adaleti tüketen en önemli virüs; YALAN söyleme hastalığıdır.
İnsanlık; yalanı, şeytanın ham maddesi olarak görse de, aslında yalan, insanla özdeş bir olgudur.
Yalan, doğru olmayan her şeydir.
Şeytanın iddiası;
“İnsanları doğru olmayana yöneltmek” değil midir?
Şeytan, bazı insanlar gibi Allah’ın varlığını inkâr etmedi.
Ve o kadar kurnaz ki;
Kendisinin bizzat gördüğü, bir vakitler önünde secde ettiği Allah’a
inanmamaları konusunda insanlara öğütte bulundu.
Düşünün; Kendisi Allah'ı görüyor, konuşuyor ama kibirlendiği için Allah’ın divanından kovulunca, insanlara, (haşa) "Allah yok!" dedirtmeye çalışıyor.
Tam da bu yüzden, bazı İslam alimleri şeytana dair;
“Kendisi değil, vazifesi lanetlidir.” yorumunda bulunurlar.
İslam Alimlerinin, "Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçın!" demesindeki maksadın, yalanın en çok siyasette söyleniyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Başka deyimle; yalanı gerçekten daha iyi kullanmanın adına, SİYASET diyorlar.
Bu noktaya kadar tamam da, asıl problem, siyaset olgusunun, yalnız siyasi partilerle sınırlı kalmaması.
Hukuktan, iş dünyasına; din adamlarından, gazetecilere kadar uzanan geniş bir skala, kendi işlerini yapmak yerine, siyasetçilerden daha fazla siyaset yapmayı tercih ediyorlar.
Herkes kendi işini yapmadan, kimin ne iş yaptığını, nasıl yaptığını, gravite değerini öğrenmemiz mümkün olmayacağı gibi her dinamik, kendi güç merkezine çekilmeden de içinde bulunduğumuz kaosu bırakın bitirmeyi, tanımlamayı dahi becermemiz zor görünüyor.
Ankara henüz demlenmedi!
Yerel seçimlerin yapılmasına 3 ayımız var.
Oldukça uzun bir zaman.
Yaptığımız her değerlendirmenin anlık olduğunu ve siyasetin değişken yapısını da göz ününe aldığımızda, bu satırların yazarı dahil belki de herkes yanılacak.
Tam da bu yüzden özellikle şu aşamada kesinlik vurgusu yapılması herkes için yanıltıcı olur ama görünür gerçekliğe de kayıtsız kalamayız.
Ankara'da yarış şu anda Melih Gökçek ve Mansur Yavaş arasında geçiyor.
İlerleyen zamanlarda bu yarışa katılanlar da olabilir, yarıştan kopanlar da ama şu anda realite bu.
Bu gerçekleri yazdığımda, bir partinin destekçileri, bana mail atarak hakaret ve tehdit mesajları yolluyorlar. Bu mesajları kimin yönlendirdiği çok açık.
Makul eleştirileri başımın üstünde taşırım ama bana racon keserek klavye kabadayılığına soyunanların hepsine yazdıklarını misliyle iade ediyorum.
Bir yazarı, sırf görüşlerinden dolayı hakaret ve tehdit etmek kabadayılık değil, korkaklıktır. Bu maillerle savunduğunuzu iddia ettiğiniz başkan adayına zarar verdiğinizin farkında mısınız?
Bir başka yazar da çıksa, "Daha seçilmeden racon kesiyorsunuz. Ya seçilince ne yapacaksınız?" sorusunu sorsa, ne yanıt vereceksiniz?
*Bu yazı, Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…