Geçen haftaki yazımda, kafa dinleme yerim İğneada’ya çekilmeme rağmen, Seçimlerde oy kullanmak için İstanbul’a dönüşümü ve bu arada Gazeteciler Cemiyetimizin 72. Yılı kutlamalarına da katılıp ödül aldığımı anlatmıştım..
İşte yine yazlığıma, İğneada’ya dönüyorum.. Arabamızla yola çıktık.. Otobanlarda ilerledik.. Nihayet Poyralı’dan dağ yoluna saptık.. Istranca dağlarına tırmanışımız başladı.. Her zaman olduğu gibi arabadaki teypimizde Tarkan kaseti yerine yerleştirildi.. O söylüyor, biz dinleyip bütün yorgunluğumuzu atıp ilerliyoruz..
Yağmur buralarda, İstanbul’daki gibi sağanak halinde yağmıyor.. Şimşek, gök gürültüsü falan da yok.. Sağımızda, solumuzda, hatta tepemizde hışırdayan, her yeri kaplayan ormandaki meşe yapraklarının üzerlerine dökülen damlaların pıtırtılarını duyuyoruz.. Daha doğrusu bu yağmur pıtırtıları, ruhumuzu okşayan, kendisine eşlik ettiğimiz Tarkan’ın sesine katılıyorlar.. “Öp beni, öp beni..” diye şakıyan Tarkan, yağmur damlaları ile buluşup meşe yapraklarıyla da öpüşüyor.. Bu yıl, zaten Tarkan’ın 26. sanat yılıymış, onun kutlamalarına biz de böyle katılmış oluyoruz.. O, “ağladığım geceleri..” diyor, biz de “kalbimdeki acıları” diyerek ona iştirak ediyoruz..
Nihayet işte böyle güle oynaya geldik İğneada’mıza.. Doğru denize ineceğiz.. Biz gelinceye kadar suyumuzu ısıtsın diyerek açtık termosifonu ve indik denize..
Döndüğümüzde gördük ki, su hiç ısınmamış.. Meğer termosinumuz bozulmuş.. Hemen arızayı aradık.. Hanım neredeyse kaydımızı yaptırmak için saatlerce uğraştı.. Arıza servisinin telefonu açılıyor, konuşan yok, kendisine müzik dinletiyorlar.. Nihayet kaydımız yapıldı.. Üç dört gün kadar, biz ocakta su ısıtıp deniz dönüşü duş alabiliyoruz. Dört gün kadar sonra gelen arıza görevlileri, “kireçli su içini sarmış, bu düzeltilmez, yenisini alacaksınız”.. dediler, 50 liralarını alıp gittiler.. . Ne yapalım, yenisini aldık..
Bu durum yüzünden İğneadadaki ilk haftamda denizi ikinci plana attım.. Baş eğlencem tavla maçlarım oldu.. Komşum Ahmet Gencalp’le oturuyoruz tavla masasına.. Komşular, zarların ve pulların şakırtılarından çok, benim bağırıp çağırmalarımı duyuyorlar.. Beni bağırttıran ise Ahmedin sürekli mırıldanmaları.. Kimse onun beni tahrik eden mırıltılarını duymadığı için hep ben suçlanıyorum.. Ben de de ondan öcümü almak için fincanla attığımız zarları sert biçimde fırlatınca zarlar balkondan aşağıya, bahçeye düşüyor.. O altmış beş, ben seksen iki yaşımda olduğumuza göre zarı bulup getirme görevi tabii onda.. Semizotlarının, çileklerin yapraklarının, domateslerin dallarının arasında oflaya poflaya zarı arıyor, bulup getiriyor.. Tabi bu arada semizotu yapraklarını koparıp ağzına, biberleri koparıp cebine atmaktan da geri durmuyor..
Ve maçımıza devam.. Tavla maçlarımızın çetelesini ben tutuyorum.. Magnumuna oynuyoruz.. O devamlı atıp tutuyor.. “Beş kutu borcun var..” falan deyip duruyor.. Cuma namazı için İğneadaya inince bir kutu magnum aldım.. İçinde 6 adet var.. O benden altı kutu, yani 24 tane istiyor ama, ben borcumun kutu değil adet olduğunu söyleyip dört paket veriyorum kendisine.. O, eşi ve kızı yiyorlar, oğulları Onat’ın hakkını da saklıyorlar. Kalan iki paketi de hanımla atıştırıyoruz..
Namaz sonrası tavla partilerimiz yeniden başlıyor..
Bu sırada, bitişik komşumuz doktor Erol Beyin eşi Mihran hanım bir haber veriyor.. “Aşağıda bizim kayanın dibinde kocaman bir yunus ölüsü var..” diyor.. Bunu duyan Ahmet Beyin kızı Sanem, “O da bir şey mi, bana arkadaşlar beş altı yunus ölüsünün fotoğraflarını göndermişler..”deyip, telefonundaki resimleri gösteriyor..
Hemen tavla maçımızı 3-3 berabere iken yarıda bırakıyoruz.. Hanımla birlikte hemen deniz kenarına iniyoruz.. Evet evin önündeki kayanın dibinde yerde yatmakta olan yunusu görüyorum.. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.. Benim telefon eski model, ölü yunusun resmini Sanem(Sarsılmaz)’a ve Mihran (Ertürk) hanıma çektiriyorum.. Bu çok lazım, çünkü bu yazıma belge olarak ekleyeceğim, sizler de göreceksiniz..
Ne yapalım.. Ülkede neremiz doğru işliyor ki, eski yılların balık gölü olan Karadenizimizde uskumru bile kalmamış durumda.. lüferler, kefallar gibi her halde yunus balığının da neslini tüketecekler.. Balıkçılara soruyorum, çeşit çeşit sebep sayıp döküyorlar.. Kimisi denizde oksijen kalmadı diyor, kimisi de zamansız avlama yapan kendi meslektaşlarını suçluyor..