Sevdiğin şairin afili bir lafı ya da dizesiyle başlayabilirsin ilk yazıya, pek bilinmedik çıtır bir hikayenin boynuna dolayabilirsin metaforunu, İshak paşa sarayının mutfağından, 1848 Devrimi ortasında Balzac’ın odasına geçip, kalemi eline alırken ‘Şimdi gerçek hayata dönme vakti.’ demesine varabilir, onu da bir Fransız kaldırımına yatırabilirsin nazikçe. Elindeki kahve fincanını çevirirken Yemen’e kadar götürebilirsin işi mesela, çekmece kulpu bile iş görür bazen, kapı gıcırtısı, korna sesi, beklenmedik sebepsiz bir güneşin parlayıvermesi de fena değildir güzel bir başlangıca sebep için.
Karar veremezsin bir türlü, zordur ilk yazı. Bir diğer sıkıntılı yanı da, ele aldığın her neyse diğerlerinin yazdığından daha az önemli olmadığı gerçeğini bilerek çiziyor olmak defterini. Ne koysan beriki küfeye, öteki hep bir ağır basma gayretinde olacak. Ama ne var ki, birinde sanat diğerinde felsefe olmayacak. Nazım'ın Budapeşte'de bir radyodan Orhan Veli'ye çırptığı şiirlerin hikâyesi kim bilir hangi belirsiz tarihe denk gelecek. Ahmet Arif'ten de bahsetmek gerek hâlbuki gazete köşesinde, kahvede, caddede, dost meclislerinde.
Gelgelelim memleket gündeminde bir oturumluk yer yok bunların hiç birine. O kadar hızlı akıp geçiyor, unutuluveriyor ki taptaze acılar bile; hakkınca yerine getiriyoruz tüm görevlerimizi, ‘yazıldı geç, yazıldı geç’ prensibine gösterdiğimiz sarsılmaz disiplinle. Tertemiz unutuyoruz sonra. Zaten bu unutma evresi de o prensibe dâhil. Geçen ay içimizi yakan şey çoktan uçmuş, heterosferde azot olmuş bile. Hasbelkader kulağımıza bir yerde çalınsa yeniden; hemen şimdi, ilk defa duymuş gibi şaşırıyoruz. Tabii sonra unuttuğumuza şaşırdığımızı da unutuyoruz. Unutulan bir olay bir sebeple hatırlanmadıysa unutulduğu nereden bilinir ki zira?
Kadınların bahsi geçiyor haberlerde, tecavüz, şiddet ya da ölüm. Çocukların da geçiyor bahsi. Pazara gidemeyen bir ölü adamın cebinden çıkan bir buçuk liranın… Şule Çet diyoruz nefesimiz yettiğince, arada Rabia Naz için bayrakları yarıya indiriyoruz. Atanamayan öğretmenler de diyoruz. ‘Madem öğretmen açığı yoktu da niye bu çocukları öğretmen olacaksınız diye okuttunuz?’ Diye soruyoruz. Enerjimiz tükenmesin diye Bakanlık sıkmış yumruklarını haykırıyor saatleri ayarlama enstitüsünün bir zaruret olduğunu, müthiş, dahiyane bir tasarruf yöntemi olduğunu. Yakın zamanda Sağlık Bakanlığı müsteşarının yeni doğan bebeğine tek taş yüzük taktığı fotoğraflarına şahit oluyoruz sonra. Çocuğuna bir çorap alma telaşında anaların babaların hiç de az olmadığı şu dönemde geçtiğimiz bayram Vekillere kelle başı yirmişer bin harçlık verilme işi sosyal medyanın baskısıyla potadan döndü. Yoksa kimse ‘şu ahvalde ne lüzumu var şimdi bunun, e birazcık da biz tasarruf edelim’ mukabilinden bir cızırtı çıkarmayacak, frekans bile aramadan, lap diye kalacaklardı doğru adreste. Tok ağırlaması zordur gerçi, yesin efendiler şairin dediği gibi: aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yesinler.
Geçen hafta bir kız çocuğu öldürüldü yolun orta yerinde, yarın olacaklara kimse şaşırmayacak. Gel sen şimdi Haluk Bilginer'in aldığı Emmy ödülünden bahset. Cebinde bir buçuk lira var adamın, pazara gidememiş efendiler.
Kitaptan, bir sapığın pedofili satırlarına denk gelince bahsediyoruz, mimariden bir tarihi eser restore adı altında heder edilince, tablolardan çalınınca, kaçırılırken yakalanınca bahsediyoruz, Fazıl Say’a dava açılınca ne iş yaptığını, bu adamın kim olduğunu öğrenen milyonlar vardır eminim. Bilim ve sanat işleri bireysel gündemimizin hep son sırasında. Geçim derdinde bir adam ya da kadınla Nuri Bilge Ceylan’ın sinemacılığını konuşamazsın. Ancak siyaset konuşursun herkesle bu mahallede.
Bizim gibi gelişmekte olan / gelişmeye çalışan ülkelerin en büyük sıkıntısı hayatımızın merkezinde siyasetin yer alması, almak zorunda olmasıdır. Çünkü siyaset bu tür ülkelerde kişilerin gündelik yaşantısını direkt etkiler. ‘Demokrasi şenliği’ dediğimiz seçimlerde sandığa gitme oranının Avrupa ülkelerine nazaran üst seviyelerde olmasının sebebi bizim daha demokratik bir ülke olduğumuzdan ziyade kutuplaşmış bir ülke olduğumuzu; bir tarafın fikrini, hayata bakışını diğer tarafa kabul ettirme mücadelesi içinde olduğunu gösterir. Yine siyasi partilerin kişilerin gündelik yaşantısını etkileyecek çeşitli vaatlerinin de etkisi vardır bunda.
Yoksa hiç kimse bir sene önceden yaptırdığı tatil rezervasyonunu iptal etmez, hiçbir şehirli çiftçi harman yerinde hasadını bırakıp yüzlerce kilometre tepmez. Hiçbir memur sandık başında tarafı olduğu partinin hakkını savunmak için sabahın köründen ertesi güne sandık başı beklemez.
Siz hiç oy kullanmak için tatilini bölüp ülkesine dönen bir Avrupalı turist gördünüz mü? Peki siz dokuz seçim kaybettiği halde partinin başında olan Avrupalı bir politikacı gördünüz mü? Peki siz kazanamama ihtimalini değerlendirerek, gözü genel başkanlık koltuğunda olduğu için dünyanın başkentine aday olmayan bir muhalif siyasetçi gördünüz mü?
Göremezsiniz; iktidarıyla, muhalefetiyle, muhalefetin içindeki muhalefetiyle işte böyle garip bir ülke burası.