‘Ey oğul’ diye başlar Şeyh Edebali, Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu, damadı Osmangazi’ye nasihatine.. ‘Beysin’ der, ‘Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Gücengeçlik bize; gönül alma sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kem göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana..’ diye devam eder bir nakış gibi tek tek işleyerek.
Böbürlenmenin fenalıkları da var içinde nasihatin, alçakgönüllü olmanın faziletleri de, ‘padişahım çok yaşa’ diyenlere yüz çevirip, işini hakkıyla yapanlara danışmanın erdemi de var nasihatin içinde, gücü doğru kullanmanın ilmi de, nefreti eritmenin formülü de var, muhabbeti işaret eden gönül zenginliği de..
‘İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın’ da sondan birkaç önceki pek kıymetli cümle..
‘İnsanı yaşat ki,’ diyordu Şeyh Edebali bugün en ufak bir makam sahibi olan sayın bürokratlarımızın çerçeveletip ardındaki duvara astırdığı nasihatin içinde, ‘Devlet yaşasın..’
Devlet, tabelasında resmi ünvanların bulunduğu binalar değildir salt, Devletin binasıdır onlar; adı üstünde, dairesidir Devletin. İçindeki koltuklar, masalar, pencere kolları, yangında ilk kurtarılacak sac kapaklı dolaplar da değildir Devlet; adı üstünde, malıdır onlar Devletin. Devlet, kanunların verdiği yetki çerçevesinde makamlarda oturanlar da değildir; adı üstünde, memurudur onlar Devletin. Devlet, bugün var - yarın yok seçilmiş siyasiler de değildir; adı üstünde, vekilidir onlar milletin.
Devlet sensin, benim Devlet, hepimiziz Devlet.
‘İnsanı yaşat ki’ diyordu Şeyh Edebali o enfes nasihatinde, ‘Devlet yaşasın..’
Yoksulluğa karşı yaşatılır insan, cahilliğe karşı, zulme karşı, çetin doğa şartlarına karşı, adaletsizliğe karşı yaşatılır, çağlar boyu insanlığın peşini hiç bırakmamış ölümcül salgın hastalıklara karşı..
Gerçeğidir bunlar hayatın, vardır, olacaktır..
Çin’de türedi bu sefer, tüm dünyayı etkisi altına alan bu ölümcül virüs geçtiğimiz hafta girdi sınırlarımızdan içeri; içimizde şimdi, bildiğimiz - bilmediğimiz her yerde..
Çin başta olmak üzere en büyük kayıpları İtalya, İran, İspanya verirken, hemen her ülkeye muhakkak zarar verdi / vermekte..
İlk vaka’dan itibaren bilim insanları laboratuarlarda bu virüsün aşısını bulmaya çalışırken bizim medyatik tıp profesörümüz ‘dünyayı korkutacak bir olay değil bu’ dedi, ‘kelle paça için’ diye ekledi. Bazıları, bize o zaman uğramamasının sebebini yıllardır misafir ettiğimiz onca Suriyeli mültecinin dua’larına verdi..
İlk vaka’yı, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca: ‘Bir veya birkaç vaka salgın değildir, karantinaya alınmış bir hasta, toplumu tehdit etmez’ sözleriyle duyurduğu sıra, İtalya tilki girmiş kümese dönmüş, tedbirsizliğin bedelini canıyla ödüyordu.
Hem memleketimiz hem de Avrupa ülkeleri bu işin gündelik tedbirlerle / telkinlerle aşılacak bir sorun olmadığını anladı..
İtalya, Fransa, İspanya, Belçika’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Kadınların, erkeklerin, gençlerin, işçilerin, işverenlerin ekonomik kaygılarını yok edecek acil destek paketleri açıklandı.
Bizde de alındı bazı ekonomik tedbirler; ama bu ölümcül virüse karşı sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi. Burnumuzun dibinde yaşanmış / yaşanmaya devam eden o acı örnek dururken ve bu örnek baz alındığında ilk vak’adan itibaren bizdeki yayılma oranı daha hızlıyken ilan edilmedi sokağa çıkma yasağı.
Niye mi?
Çünkü bunu kaldıracak ekonomik gücümüz yok.
Geçen ay kapılar açılınca mültecilerin arasına karışıp, kapağı Avrupa’ya atmaya çalışırken Yunan polisinden dayak yiyip yurda geri dönen Konyalı işsiz vatandaşımız vardı ya hani..
İşte onun durumuna düşmemek için; ağzında maske, elinde eldiven, belinde kolonya şişesi, virüsten sakına sakına işe gidip geliyor insanlar..
Niye mi?
Aç kalmamak için; yaşamak için, yaşatmak için.