Abdullah Öcalan’la BDP’li milletvekillerinin yaptığı görüşmenin basına geniş metin olarak sızmasıyla ilgili pek çok isim suçlandı. Suçlamaların odağında da Altan Tan var. Ancak edindiğim kesin bilgiye göre sızdırma bireysel inisiyatifle değil, Parti yönetiminin kararıyla gerçekleşti. İmralı görüşmesinden sonra özellikle hükümete yakın gazetelerde, Abdullah Öcalan’ın tamamen Tayyip Erdoğan’ın güdümüne girdiği şeklinde yayınlar yapılması üzerine BDP karşı hamle hazırladı.
Hükümetin medya operasyonuna karşı operasyonla cevap verme kararı alan BDP yönetimi, görüşme notlarını hazırladıktan sonra hangi gazeteciye verileceği konusunu ele aldı. Namık Durukan ismi üzerinde karar kılınırken, tek şart olarak verilecek metinde kırpma yapılmaması ve aynen yayınlanması şartı getirildi. Durukan, Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’ya, Bila da yayın yönetmeni Derya Sazak’a belgenin yayınlanma şartını iletti. Sazak’ın bu şartı kabul etmesi üzerine de görüşme tutanağı Durukan’a verildi. Milliyet haberi manşetten ve kırpılmadan iki tam sayfa olarak kullandı. BDP bu yöntemle süreçte küçülen rolüne de kendince diplomatik bir yöntemle karşı itiraz da göstermiş oldu.
Özetle, BDP, AK PARTİ’ye karşı Parti yönetiminde şekillenmiş bir operasyon yaptı. Bunun dışındaki değerlendirmeler ya bilgisizlikten, ya da BDP’nin bu operasyonunu örtmek için yapılıyor.
Açıklıyorum; Türkiye’ye büyük tuzak kuruldu!
Aldığım bilgilere göre İran ve PKK, Türkiye’ye karşı çok gizli bir planda el sıkıştılar. İran ile PKK arasında geçtiğimiz hafta içinde yapılan anlaşmada İran PKK’ya, Türkiye’deki barış sürecinde silah bırakma durumu olursa suça karışmamış olan kişilerin Türkiye’ye döneceği ve normal hayata başlayacağı bilgisine istinaden bir plan sundu. Plana göre; İran ve PKK, şimdiye kadar çatışmalarda ölüp de Türkiye tarafından öldüğü bilinmeyen PKK MENSUPLARININ yerine İRANLI AJANLARIN konularak Türkiye’ye gönderilmesi üzerinde anlaştı. Bu çerçevede İran’ın şu an 80-90 kişiyi PKK’ya yerleştirmek için çalışmalara başladı.
Durumun ortaya çıkmasını sağlayan gelişme ise, ölen PKK’lıların aileleriyle kurulan temas oldu. İran’dan gelecek kişilerin çocukları olduğunu beyan etmeleri için örgütün Hakkâri ve Van’da bazı ailelere baskı yaptığı belirtiliyor.
Başbakanlık koridorlarından Kılıçdaroğlu’na…
Her ne kadar Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi merkezli görünse de, Bakanlığın üst düzey bürokratlarını da kapsayan, Başbakanlık özel kaleminin bizzat ilgilendiği önemli bir dosya elime geçti. Bu ilginç süreç Başbakanlık özel kalem müdür yardımcıları Ragıp Bingöl ve Ahmet Demiralp’in eline usulsüzlük iddiası taşıyan belge ve ses kayıtlarının gelmesiyle başlar. Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi stok kontrol sorumlusu Nursel Dilekçi’nin ihbar mektubunda, hastane yetkilileri, usulsüz alımlar yaptığı, ihalelerin aynı firmalara verildiği, sayımlarda malzeme açığı olduğu, maaş ve bordroların farklı gösterilerek fazla para alındığının altı çiziliyor.
Dilekçi’nin iddiasına göre, bu uygunsuz işler yapılırken bazı hastane yöneticileri Bakanlığın üst düzey bürokratlarından da destek görüyordu. Nursel Dilekçi’nin başta Başbakanlık olmak üzere gönderdiği kurumlara, bu iddialarını yalnız belgelerle değil, birçok ses kaydıyla da delillendirdiğini söylemesi de altı çizilmesi gereken bir başka nokta.
Dilekçi’nin bu iddiaları Ankara kulislerinin sessiz dehlizlerinde o kadar hızlı yol alır ki, sonunda CHP genel merkezinin kapısına kadar dayanır. Nursel Dilekçi, Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektubun bir bölümünde şu satırlara yer verir;
“Sayın Başbakanım; bu bilgileri size iletmek istedim. Bu hastanede çalışan birçok kişi muhalefet partileriyle görüşmek istedi. Hastaneden bazı kişiler CHP Lideri KEMAL KILIÇDAROĞLU ile görüştü. Kılıçdaroğlu onlardan belgeleri istedi…”
Peki, sonuç ne oldu?
Erdoğan’ın talimatıyla Başbakanlık Müfettişlerinin Sağlık Bakanlığı’nda teftiş yaptığı söyleniyor.
Şık değil!
Zafer Çağlayan’ın dürüst siyasetçi olduğuna inanırım ama bir sözü beni türbülansa soktu. Devlet Bakanı Çağlayan, “Yıllarca Kürt olduğumu söyleyemedim.” diyerek önce kendine, sonra Kürt, Türk, Çerkez ne kadar farklı etnik kökenden gelen varsa hepsine haksızlık etti. Türkler, Kürtlerin hasmı değil ki? Çanakkale şahit, Galiçya şahit. Bir koca tarih şahittir buna. Üç beş kendini bilmez yalnız Kürtlere değil, Türklere de haksızlıklar yapmış olabilir. Bunu genele şamil yapmak bu toprakların kendi kendini imhasıdır. Değerli Çağlayan bu sözlerle en başta kendisine haksızlık etti. Çünkü, Kürt olduğunu söyleyemeyecek kadar cesaretsiz olduğunu itiraf etti. Daha da önemlisi, Kürt olduğunu saklayarak Türkiye Cumhuriyeti Bakanlığı’na gidecek bir süreç işlettiğini de deklare etmiş oldu. Kendi kökünü bu milletten gizlemesine neden olanlar, (Şayet var ise…) suratlarına tükürmek yerine, vuruşmadan çekilmiş. Üstelik ülkücü geçmişi olduğunu kendi beyanlarından öğreniyoruz. Bu sözleri çözüm sürecine katkı olsun diye söylüyor ama tam tersine ayrılıkları derinleştiren bir etki yaptığının muhtemelen farkında bile değil. Bu yaklaşıma kendi adına da, çözüm sürecinin geleceği adına da çok üzüldüm.
Şüphem yok!
Geçen hafta yazdığım, “CHP’de yumruklaşma” haberime CHP’den itiraz geldi. Habere muhatap olanlar yerine basın müşavirliğinin açıklama geçmesini de kamuoyunun dikkatine sunarım. Bu haberi gelecek yakın tarihin şahitliğine bırakalım. Kimin doğru söylediği güneş gibi ortaya çıkacaktır. Haberimin doğruluğundan şüphem yok.
Tek tek
Fatih Altaylı ilginç bir gazeteci. Sevmeyeni, seveninden daha çok. Ben sever miyim? Yorum yok… Turktime’da 1 sene başyazarlık yaptı. Kavga da ettik, arkadaşlık da… Ama neredeyse tüm gazetecilerin ittifak ettiği yumuşak bir karnı var; basın dünyasında VEFASIZ olarak bilinir. Altaylı’ya bu yakıştırmayı yapanların elini güçlendiren, Metehan Demir’den Aslı Aydıntaşbaş’a, Özay Şendir’den son olarak Balçiçek Pamir’e uzanan onlarca gazetecinin infazını kendi elleriyle yapması…
3 günlük dünya, tek tek infazlanan onlarca dost. Değmez Altaylı, değmez. Bırak düştüğünde hatırını soracak birkaç dostun kalsın. Yoksa, yalnız öleceksin.
* Bu yazı Talat Atilla’nın Güneş Gazetesi’ndeki köşesinden alınmıştır…