Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle geceyi biraz geçkin vakitlerde internette sörf yapmayı sevdiğini, takip ettiği 10-15 civarında haber sitesinden bir tanesinin turktime.com olduğunu birkaç vesile ile biliyorum.
Erdoğan medya ile yakın ilişkilidir.
Hangi televizyonun kaç saat, gazetelerin haberlerini hangi şekilde, ne kadar verdiği, internet haber sitelerinin eleştiri-takdir dozunu istikrarlı bir şekilde ölçtüğü, izlediği biliniyor.
Yazarlara ayrı bir özeni vardır.
Hatta yazarlar, yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcileri Erdoğan’ın uzmanlık alanı bile sayılabilir.
Daha da ötesi;
Gazete tirajları, tv izlenme oranları gibi ayrıntılara da hâkimdir.
İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden kalan, az bir farkla aldığı başkanlığı sürekli hale getirmek için medya gücü ile yakından ilgilenmesi, o günlerden kalan bir alışkanlığı Erdoğan’ın…
Kendi tabiri ile, “İflah olmaz muhalif medyanın” kodlarına da uzak değildir.
Gürültüye gelmez, getirilmezse bu yazıyı okuyacağını ümit ediyorum.
BEYİN ALIŞTIĞI DOĞRUYU KÜÇÜMSER Mİ?
Yanıtını herkesin bildiği soru ile başlayalım.
Hatta, yanıtı bilinen soruların tekrar tekrar sorulup sorulmayacağı ile başlayalım sohbetimize…
Bence sorulur. Çünkü; beyin alıştığı bir doğruyu küçümseyebilir.
O zaman soralım;
Varlık nedenini muhafaza etmeyen bir parti ayakta kalabilir mi?
İnsanlık tarihi boyunca edindiğimiz tüm veriler, “ kalamaz” diyor.
O zaman, beraberce Ak Parti serüvenine küçük bir yolculuk yapmanın zamanı geldi…
SİSTEMİN KOVALADIKLARI TAMAM… YA DİĞERLERİ?
Sistemin kovaladığı, ötekileştirdiği, alt kültür olarak gördüğü geniş kesimlere dayanan bir halk harekâtı olarak ortaya çıktı AK Parti.
Merkez sağ’ın hovardaca çökerttiği, sol burjuvanın tepeden baktığı kitleye ilaç gibi geldi Erdoğan…
Âşık Veysel’i Atatürk’ün yanına elbisesi yırtık diyen sokmayan sosyolojik paradigmanın devam ettiği yıllardı…
Sisteme itiraz için apartta bekleyen halk yığınları; yüzü, yürüyüşü kendisine benzeyen, ilk bakışta kendileri gibi ezik görünmesine rağmen fena halde çetin ceviz çıkan, Rizeli bıçkın delikanlıya güvendiler.
Yerel ölçekte bir adamın, geniş kesimlerce kucaklanması, üstelik merkez sağ tarafından kevgire çevrilmiş duygularına rağmen güvenmesi, aslında olağan üstü cesur bir karardı.
“Bir de bunu deneyelim” ezberinden daha fazla anlamlar yükleyerek geldi bu destek.
Birçok sosyoloğun, Erdoğan’ı yükselten dalgayı, sadece, “Camiler kışlamız, müminler asker” repliğine hapsetmesinin eksik bir tanımlama olduğunu düşünüyorum.
Eksik çünkü; mahşerde aradığı adalet duygusunu bir miktar da yeryüzünde yaşamak isteyen, bu isteğin lüks bir talep olduğunun farkında olan bir kesimdi bu.
GİREN KURŞUNU ÇIKARAN BİR KADER…
Tam da umutlarını mahşere bırakmışken üstelik…
Hatta büyük bölümü dindar olmasına rağmen, seküler bakış açısını da dışlamayan bir kesimdi bu.
Erdoğan; ‘ötekinin’ hararetli adalet arayışına, haksızlığa uğramanın verdiği yakıcı bir hararetle yanıt verdi.
Başkaldırdı aslında.
Orhan Gencebay’ın edilgen, ağır abi modlarından, feryat eden Ferdi Tayfur’u oldu bir kitlenin.
Bir şiirin bile ötekileştirmeye yettiği bir adam vardı karşılarında.
Ötekiler, ötekileştirilen adamın elini 15 yıldır hiç bırakmadan tuttular.
Haksızlığa uğrayan geniş kesimlerin gözünde, gözü kara bir adalet savaşçısı vardı.
Onlarca badireye karşı beraber savaştılar.
Yara bere az olmadı.
Hatta giren kurşunu çıkaran bir kaderle yürüdü Erdoğan.
Mesela 15 Temmuz…
Öyle sinsi, öylesine dehşet bir pusunun altından bile üzerindeki tozları silkeleyerek yeniden ayağa kalktı Erdoğan.
Evet, kaderin üzerinde bir kader vardı ve kader pusuya teslim olamazdı.
Olmadı da…
Tankın altına alınmak istenen bir millet, yine onun sesi ile tankın üstüne çıktı.
Kader, kışkırtılmaya da gelmiyordu.
Ve Erdoğan, “Sistem tıkandı. Değiştirelim bunu. Başkanlık gelsin” dediğinde de, tabanı dahil geniş bir kesimin tereddüdü olsa da, ona duyduğu güven sayesinde kabul gördü.
TÖLERANS… BAYKAL, AKŞENER VE BAŞBUĞ…
Gelecek sisteme değil, Erdoğan’a güvendiği için, yine “Evet” denildi.
İzahı öyle birkaç yazıya, kitaplara sığmayacak bir duruş gösterdi seçmeni Erdoğan’a karşı…
Zafer… Zafer… Zafer…
Günleri ağır, yılları çabuk geçti.
Taramayı çok sevdiği saçları seyreldi, avurtları bir miktar çöktü.
Yaşlanmasa da yaşlılık emareleri çoğaldı.
Çalışma arkadaşlarına duyduğu abartılı vefa en zayıf noktalarından birisi oldu.
Gücü için onu sevenlere karşı bile tolerans eşiği yüksek oldu.
Ne gezi, ne muhtıra, ne de 15 Temmuz’da çalışma arkadaşlarının birçoğundan yeterli desteği alamadı.
Oysa o koltuklara onları getiren Erdoğan’dı.
Her zor durumda yalnız kalmasını bile, “Sadece milletim var” ince göndermeleri ile geçiştirdi.
Daha kuşatıcı olmaya duygusal yapısı çok da müsaitken, bazı çalışma arkadaşlarının öngörülerine güvendi.
Kendi siyasal iklimi ile örtüşmeyen çalışma arkadaşlarına gösterdiği tahammülü, kendisi gibi düşünmeyen kitleye yeterince göstermemesi siyaseten hataydı.
Oysa el uzatsa, -Özellikle 15 Temmuz’un ilk günlerinde-
kendisini milli olarak tanımlayan sol cenahın bir bölümünden bile karşılık bulacak kadar yaklaşmışken…
Erdoğan, yakın çalışma arkadaşlarının bir bölümünün kendisini çekmeye çalıştığı tuzaktan kurtarmalı.
Evet oylarının oranı gösterdi ki; Erdoğan her konuda ciddi bir revizyon yapmazsa; aday olacağı Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhtemel rakipleri Baykal, Akşener ya da Başbuğ’a yenilebilir.
Hatasızlık Allah’a, hatayı düzeltmek kula aittir.
Hele halen, hataları ile seven geniş bir kitlesi varken…