CHP’nin, “Arkadaşlarımızı satmayız” repliği ile yemin etmemelerini doğru bulmuyorum.CHP gibi gelenekleri güçlü bir partinin geleceğini iki kişinin hürriyetine rehin bırakmasının duygusal anlamda lezzetli yanlarını es geçersek, pratik anlamda bu davranışın sıfır karşılığı var.
Bu tavır seçmen nezdinde çaresizliği çağrıştırıyor. Oysa, AKP’nin bunalttığı ya da kuşatamadığı yüzde 26’nın umudu olarak meclise gelmediler mi?
Fanatizm ve faşizm sanırım amca oğlu. Birbirleriyle yakın bir akrabalık bağı var.
CHP’li bazı dostlarım da aynı AKP gibi, “Yanlış yapıyorsunuz” dendiğinde, sizi potansiyel bir düşman görme eğilimine giriyorlar.
Kim, neyi, nasıl görmek istiyorsa görebilir. Benim açımdan hiçbir mahzuru yok ama gerçeği görmeyi denemek kendi menfaatleri için zaruri.
CHP bir yandan, “Yemin etmem” derken, parti yetkilileri televizyon kanallarında, “Başbakan olumlu bir şeyler söylesin, vallahi yemin ederiz” moduyla ekranlardan evlerimize konuk oldular.
Madem bir karar alındı, sonuna kadar Kılıçdaroğlu’nun arkasında olacaksınız.
Kılıçdaroğlu'nu BDP ile aynı kadrajda görüntüleme gayretinin gerçekliği yok. Kılıçdaroğlu bu konuda oldukça hassas ama medyayı takip eden halkın yandaş/yoldaş ayracı yok. Aklında tek karelik fotoğraf kalıyor.
AKP’ye, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’a halk nezdinde güç kazandıran, “söylediklerinin arkasında duran lider” imajıdır.
Erdoğan, yanlışlarının bile arkasında durmaktan vazgeçmiyor.
Bana göre yanlışlıkta ısrar etmek bir takıntı iken, seçmene göre bunun adı dik duruş oluyor.
“Millet aptaldır, anlamaz” diyenlere de, “Gidin, Yunanistan’dan seçime girin” demek kalıyor.
Baykal’ın yemin etmeme kararını desteklemesini hiç önemsemeyin.
Baykal bu kararın Kılıçdaroğlu’nu yıpratacağını bildiği için destekliyor.
Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nu sevmek gibi bir lüksü olamaz!
Karayılan hala T.C vatandaşı mı?
Başbakan yardımcısı Yazıcı, CHP'nin tezini çürütmek için, "Bu mantıkla Karayılan aday olursa onu da vekil yapmamız lazım" demiş.
Doğrusu mantıklı bir savunma.
Ben de Sayın Yazıcı'ya en az kendi tezi kadar mantıklı bir soru sormak istiyorum, "Karayılan hala Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mı?"
Cevap evet ise, "Otur, sıfır" diyorum.
Her şey yazılabilir mi?
Zor bir soru.
İlk kitabım, “Lordlar Kamarası”nda bu sınırları zorladım ama yazmadıklarım, yazılanlardan çok fazla.
Bir okurum, bana, “İkinci kitabınızda özellikle basın dünyasıyla ilgili yaşadıklarınızı sansürsüz isim isim yazmanız ahlaki zorunluluk. Ya yazmadan ölürseniz?” şeklinde bir mesaj göndermiş.
Son satırlara fena takıldım;
“Ya yazmadan ölürseniz?”
Basit ama çok güçlü bir soru.
Bir de kendi kendime sorayım;
“Ya yazmadan ölürsem?”
Sanki daha etkili oldu.
Ölmekten korkmak değil bu duygum.
Allah’ı merak ettiğim için ölmeye meyilli, ölüme sempatiyle bakan bir yapım var zaten.
Bu başka.
Ölünce yazamamak. Daha doğrusu başkalarını kötü ve sinsi insanlara karşı uyaramamak duygusu beni rahatsız ediyor.
Bir çeşit iyi insanlara ihanet etmek gibi.
Başka bir şey daha var.
Aslında kötü ve sinsi tanımlamasına girmemesine rağmen, sırf para ve koltuk için ruhunu şeytana satanların var olduğu bir yer bu basın dünyası.
En baştaki soruyu tekrarlamalıyım;
“Her şey yazılabilir mi?
Ya da, “Yazılırsa ne olur?”
Şunu ayırıyorum tabi;
“Asla yazılmamak üzere bana söylenilenler”
O başka.
Kastım şu;
Şu anda görev yapan muhabir, yazar ve idarecilerin çoğunu tanırım.
Bazılarıyla göreve beraber başladık, bazılarıyla daha sonraları dost ya da arkadaş olduk. Bazılarıyla yollarımı ayırdım.
Medyanın kirlenmesi ile gazetecilerin önemli bölümünün ani zenginleşmesi paralellik taşıyor.
Bir gazeteciye yapılabilecek en kestirme karbon testi, “Mal beyanınız ve bu mallarınızın kaynağı nedir?” sorusudur.
Ayda 6-7, hadi yayın yönetmeni olarak düşünürsek, 15 milyar aylık alan bir gazetecinin 10 milyon dolarlık mal varlığı olursa, bunu izah etmesi kolay olmaz.
Kendi gazetecilik çabamla bulduğum/bildiğim ama bazen insani kaygılar, eş-dostun araya girmesiyle zaman tüneline savrulan yazılmayan bilgilerden söz ediyorum.
İnsanları incitmekten hoşlanmıyorum ama incitmekten imtina ettiğim insanların, başkalarını incittiğini, plastik dünyalarını kendilerini tanımayanlara gerçek gibi göstermeyi başardığını gördükçe her şeyi yazma gerekliliğinin etik bir zorunluluk olduğunu düşünmeye başladım.
Tam bu noktada kritik bir soru öne çıkıyor;
“Her şeyi yazan yalnızlaşır mı? ”
Ya da soruyu şöyle de zenginleştirerek sadeleştirelim;
“Yalnızlık felaket mi?”
Kitabı piyasaya çıkarsam da, çıkarmasam da yazmaya başladım.
Sanırım yalnızlık, sahte kalabalıklardan daha kötü değil !