Türkiye gündemi yoğun; Paralel devlet tartışmaları, Başbakan’ın Kabataş yalanı, Fenerbahçelilerin müthiş mitingi, Meclis’te kan dökülmesi, CHP’de aday sıkıntıları, Hükümet’in devleti soymakta olduğu iddiaları ve Diyarbakır’ın özerklik talebi. Daha bir çok gündem maddesi ilave edebiliriz. Oysa yerel seçimlere 40 gün kaldı ve yerel seçimler çok önemli ama gündemde yeterince yok.
Dikkat ediyor musunuz, seçim öncesi kimse partilerden yerel seçimlerde pek proje beklemiyor. Konu Hükümet’in oylanmasına dönüşmüş durumda çoktan. Hükümet gitsin mi kalsın mı, sanki Türkiye’nin tek derdi bu…
Başkent Ankara’da da yerel seçim havası henüz çok bariz değil. Afişler olmasa anlaşılmaz ama asıl o yönden değil şehircilik ve belediyecilik yönlerinden konu ele alınmıyor, maalesef... 20 yıldır Ankara’yı yöneten Melih Gökçek’te afişlerinde yaptıklarını, başarılı projelerini değil de Hükümetin gidip-gitmemesini ele almış. Kendi geleceğini Tayyip Beyin geleceğine bağlamış. Kendi afişi “Benim Başkanım” hemen yanında Başbakan’ın afişi “Türkiye’nin Başkanı”... Kendini öne çıkarmaya cesaret edememiş, Tayyip Beyi öne sürerek yarışmak istiyor. Meydanı olmayan kente saatler yaparak, kentin yarısını kapı dışında bırakan, sanki kale kapısıymış gibi ne demekse komik kent kapıları yaparak, kentli olamamış, kafasında kent mefhumu oluşmamış ahaliden oy almaya çalışıyor…
Türkiye’de keşke şu günlerde kentlerimizi konuşabilseydik. Yaşadığımız yerlerin, ortamların bize huzur ve rahat vermediğini, kimlikli ve kişilikli bir mimariye ve plana sahip olmadığını tartışabilseydik. Nasıl kentler istediğimizi belirleyebilseydik.
Göçebeliği atamadık hala göçebeyiz. Yaşadığımız şehri sık değiştirmesek dahi kent içerisinde sürekli ev değiştiriyoruz. Son 30 yıldır aynı evde yaşayan kaç kişi var aramızda?
İnsan aynı yerde yaşamayınca yaşadığı yere de sahip çıkmıyor. Ne konu komşusuyla ilgileniyor ne de çevresiyle. Kafasının bir yerinde “Bana ne. Ben nasılsa ilk fırsatta taşınacağım, başka bir yere geçeceğim” düşüncesi duruyor. Dolayısı ile ne sokağın güzelleştirilmesi ile ilgileniyor ne de caminin halısıyla, ne de trafiğin zorlamalarıyla... Ama bol bol eleştiriyor… çözümün bir parçası olmaya asla yanaşmıyor…
Gerçekten kentlerimiz başkent Ankara’dan başlayarak çok kötü. Eskişehir gibi kabuğunu yırtıp kimlik kazanma ve kendine has özellikler gösterme yolunda olanlar var tabi ama yeterli değiller. Biz hala kent ne demek, kentli olmak ne demek, sorumlulukları neler, farkında değiliz…
Belki sizin, belki komşunuzun evinde vardır; duvarda tavana yakın asılmış bir tablo durur ama asla sanat değeri, estetik yönü yoktur. Kasap dükkanlarındaki bir saatte yapılmış tablolar gibidirler. Ya da ev dökülüyordur ama televizyonu son teknolojidir eğreti duruyordur. Ya da her şey pahalıdır, masa sandalye koltuk, halı pahalı ürünlerdir ama yoğurt kasesine dikilmiş manolyalar sırıtmaktadır evimizde. Kentlerimizde öyle… Her şey eğreti. Son teknoloji ürünü sokakları yıkayıp-süpüren araçlar ama asfalt bozuk olduğundan çalışmayan araçlar, geçilmeyen üst geçitler, sidik kokulu alt geçitler, çamurdan geçilmeyen asfaltlar…
Köylü kafası ile kentte yaşıyor, geçmişi taklit etmeyi geçmişe bağlılık, teknolojik ürünler kullanmayı çağdaşlık sanıyoruz. Bu günden, kendimizden kattığımız bir şeyler yok yaşantımıza ve kentimize…
Bu seçimlerde de bunları tartışmayacağız maalesef…